Ayşe Buğra: Annesi Osman’ı bir daha görüp göremeyeceğini soruyor
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşe Buğra, 18 Ekim 2017’den tutuklu bulunan iş insanı eşi Osman Kavala’nın durumuna ilişkin olarak "Annesi oğlunu bir daha görüp göremeyeceğini soruyor” dedi.
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşe Buğra, 18 Ekim 2017’den tutuklu bulunan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı, iş insanı eşi Osman Kavala’nın durumuna ilişkin olarak, “suçlamaları ve yargılamayı hukuk ve mantık açısından anlamanın çok zor olduğunu” söyledi.
Prof. Dr. Buğra, “Bizim için her şey çok acı verici. Mevsimler gelip geçiyor, aynı şekilde birlikte kutlanamayan doğum günleri ve bayramlar da. Her duruşma gününden önce nihayet serbest bırakılacağı umuluyor ve sonunda gene hayal kırıklığına uğranılıyor. Umudu takip eden hayal kırıklığı, yıkıcı olabiliyor. Bu yüzden umutlanmamak için çok çalışıyorum, ama bu çok zor. Kayınvalidem artık oldukça yaşlı ve kısa bir süre evvel bir ameliyat geçirdi. O çok güçlü bir kadın, ancak bazen, oğlunu bir daha görüp göremeyeceğini soruyor” dedi.
Ayşe Buğra, AİHM’in “ihlal” kararına ve Avrupa Konseyi uyarılarına rağmen tahliye edilmeyen eşi Osman Kavala’nın durumu ve yaşadıkları konusunda Frankfurter Allgemeine Pazar Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.
Karen Krüger’in 6 Şubat 2022’de yayımlanan söyleşisinin osmankavala.org.tr sitesinde çıkan Türkçe çevirisini şöyle:
- Sayın Buğra, kocanız kendisine yöneltilmiş suçlamalardan birinde bile suçlu bulunmadan, Ekim 2017’den beri Türkiye’nin Silivri yüksek güvenlikli cezaevinde tutuklu. Birçoğu, tutukluluğunu “Türkiye için bir utanç” olarak nitelendiriyor. Kendisi nasıl?
Eşim kendisini bir zamanlar birisinin “Kafkaesk” olarak tanımladığı bir davanın içinde buldu. Aynı soruşturma dosyasına dayanarak kendisine üç tane tutuklama kararı tefhim edildi, iki tane tahliye kararı tebliğ edildi ve bir kere de değişik suçlamalardan beraat verildi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Aralık 2019’da, onun tutuklanmasının insan haklarının zedelendiği anlamına geldiğine dair kararını vermiş ve derhal beraatini talep etmiş olsa da, kendisi hâlâ parmaklıklar ardında. Bunların hepsi kendisi için elbette acı verici, o buna rağmen kendi moral gücünü korudu. Aklını yitirmemek için çok okuyor ve kendisine bilgisayar verilmemesine rağmen yazmaya çalışıyor. Tuvaleti ve duşu olan tek kişilik bir hücrede kalıyor. Başka bir mahpusla paylaştığı küçük bir avlu var. Hiç şikâyet etmiyor. Ancak şikâyet etmek de hiçbir zaman onun özelliği değildi.
“KOŞULSUZ VE AMASIZ BİR ŞEKİLDE ŞİDDETE KARŞIDIR"
- Bu dava Türk yargısının korkunç durumu için bir sembol ve kocanızın sürekli tutukluluğu Türkiye ile Batılı devletler arasında ihtilaf konusu oldu. Medyanın büyük ilgisi nedeniyle artık herkes Osman Kavala’nın yüzünü tanıyor. Ancak o nasıl bir insan?
Her şeyden önce o koşulsuz ve amasız bir şekilde şiddete karşıdır. Herhangi bir siyasi partiye, organizasyona veya harekete dahil değil. O, sanatsal ve kültürel eylemlerin insanlar arasında köprüler kurabildiğine güçlü bir şekilde inanan birisi olarak tarif edilebilir. Kültür sanatın etki gücünü kullanarak barış kültürüne katkıda bulunmayı denemiştir. Babasının 1982’de ani vefatı üzerine New York’ta, New School for Social Research’te sürdürdüğü öğrenimini bırakıp aile işletmesinin yönetimini devralmak zorunda kaldı. 2000’lerin başında sivil topluma giderek güçlenen bir şekilde angaje oldu. Yerel kültür inisiyatiflerini, ulusal ve uluslararası işbirlikleri ile destekleyen Anadolu Kültür’ü kurdu. Bu, sanatsal ve kültürel eylemler yoluyla farklı siyasi görüşleri ve değişik etnik veya dinî kimlikleri olan insanlar arasındaki diyaloğu, sanatsal ve kültürel eylemler vasıtasıyla inşa etmeyi amaçlayan bir organizasyon. Eşimin Türk hukuk sisteminin sorunlarının sembolü haline gelmiş olması gerçekten şaşırtıcı ve çok üzücü.
- Kendisi rejimin bir eleştirmeni miydi?
O, ülkenin demokratikleşmesi ve hukuk devletinin güçlenmesine katkıda bulunmak isteyen diğer birçok entelektüel gibi, kendisini bu bağlamda ifade etti ve bazen belirli siyasi kararları da eleştirdi. Ama, dediğim gibi, hiçbir zaman bir siyasi partinin, organizasyonun veya hareketin üyesi olmadı ve eleştirel tutumu hiçbir zaman radikal veya hükümet karşıtı değildi.
“ÜLKEMİZİ BU DURUMDA GÖRMEK ELBETTE HOŞUMUZA GİTMİYOR"
- 2017’de tutuklandığında neyle suçlandı?
Baştaki suçlamalar ve onları takip eden yargılama son derece tuhaf, hukuki ve hatta mantıki olarak anlaşılmaları çok güç. Eşim, 18 Ekim 2017’de, İstanbul’da havaalanında gözaltına alındı. Gaziantep’ten yeni gelmişti, burası Türkiye’nin güney batısında olan ve çok sayıda Suriyeli mülteciyi kabul etmiş olan bir şehir. Mülteci sanatçılarla ilgili bir proje hakkında şehir idaresinin temsilcileriyle konuşmak için oradaydı. Gözaltına alınmasından iki hafta sonra tutuklanmasına karar verildi. Suçlamalar fantastikti: hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek ve şiddet kullanarak anayasal düzeni ortadan kaldırmak. İlk suçlama, 3,5 milyondan fazla kişinin katıldığı, ülke çapına yayılmış olan 2013 Gezi protestoları ile ilgiliydi - eşim bunların organizatörü ve finansörü olmakla suçlandı. İkinci suçlama, eşimin desteklediği iddia edilen 2016’daki başarısız darbe girişimiyle ilgiliydi. Gezi protestoları ile ilgili dava beraat ile sonuçlandı. Kocam gene de tutuklu kaldı. Şimdi casuslukla suçlanıyor. İddianamede ise, Türk Ceza Kanunu anlamında casusluk suçunun işlendiğini ortaya koyabilecek tek bir eylemin bahsi geçmiyor.
- Türkiye henüz Strazburg’un kararını uygulamadığından, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi nihai sonuç olarak Türkiye’nin konseyden çıkarılması anlamına gelebilecek bir sözleşmeye aykırılık prosedürü hazırladı. Bu da baskıyı şüphesiz artırdı, öyle değil mi?
Buna rağmen en son duruşmada tutukluluğun devamına karar verildi. AİHM’in hükmüne ve Avrupa Konseyi’nin kararına değinilmedi bile.
- Siz ve kocanız sözleşmeye aykırılık prosedürünü nasıl karşılıyorsunuz? Bu doğru bir yol mu?
Ülkemizi bu durumda görmek elbette hoşumuza gitmiyor. Türkiye bir Avrupa Konseyi üyesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarının bağlayıcılığını tanımış bir ülke. Dolayısıyla, normal şartlarda ek bir baskı gerekmezdi. Tutuklamanın siyasi motiflerle olması sebebiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 18. maddesine aykırılığı tespit etmiş olan Strazburg hükmünün uygulanmamasının, ağır sonuçlarının olabileceği herkes için anlaşılır olmalıydı. Bu nedenle, Türk makamlarının hükme uyacaklarını ummuştuk. Akabinde, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin tavsiyeleriyle harekete geçeceklerini umduk. Bu, evrensel hukuk normlarına uymak olurdu ve ülkedeki hukuk devletinin geleceği bakımından umut uyandırırdı. Ancak ne yazık ki bugüne kadar bu olmadı.
Türk makamlarının kocanıza karşı tutumlarının nedeni ne?
Bunu gerçekten bilmiyorum. Buna dair birçok hipotez var. Dava gözlemcilerinin bazıları, onun sürdürülen tutukluluğunun sivil toplumu sindirmeye yaradığı görüşünde. Diğerleri, hükümete yakın çevrelerde, Türkiye ile Avrupa’nın ve Batılı demokrasilerin ilişkilerinin kopmasına yol açmak isteyen etkili kişilerin mevcudiyetine inanıyor. Şahsen bana, kocamın neden parmaklıklar arasında tutulmak istendiğiyle ilgili bir sebep tahayyül etmek gerçekten zor geliyor. Bu, besbelli uluslararası ilişkilere zarar veriyor ve hatta Türk ekonomisine olumsuz etkileri olabilecek bir şey. Zira eşimin sürdürülen tutukluluğu, ülkenin hukuk devleti ilkelerinin nasıl düzenlendiğini açığa vuruyor ve bu da yatırımcıların güvenini yok ediyor.
"AYLAR BOYUNCA ZİYARET İZNİ YOKTU"
- Kendisini hapishanede ne sıklıkta ziyaret edebiliyorsunuz?
Gözaltına alınmasından ve devamında tutuklanmasından sonra, eşimi aylar boyunca hiç ziyaret etme iznim yoktu ve ona yazamıyordum da. Bu, bizim için çok zor bir zamandı. Cumhuriyet gazetesinin bir girişimi bizi çok sevindirdi. Gazete, insanların eşime yazdıkları ve gönderemedikleri mektupları yayınladı. Basılan mektuplardan birisi de benimkiydi. Eşim hapishanede Cumhuriyet alabiliyordu ve mektupları okuyabildi. Daha sonra kendisini haftada bir defa ziyaret edebilmeye başladım. Cam bir levha ile ayrılmış halde ve telefonla konuşulabiliyor. Ayrıca ayda bir kere, birlikte oturabildiğimiz ve birbirimizin elini tuttuğumuz “açık görüşler” vardı. Salgının başlamasından sonra bunlar tamamen iptal edildi. Kocam, benimle ve annesiyle konuşabilmek için haftada sadece bir telefon araması yapabiliyor. Kısa bir süreden beri kendisini tekrar ziyaret edebiliyorum, ancak her hafta değil. Bu yakınlarda bir de açık görüşümüz oldu. Birbirimize mektuplar yazıyoruz, bu birbirimizle iletişimde olabilmek için en anlamlı imkânımız.
- Sağlığıyla ilgili endişeleniyor musunuz?
Elbette. Uzun yıllar hapiste kalmak, artık çok genç olmayan bir insanda sağlık sorunlarına yol açıyor. Sağlık, salgınla birlikte çok önemli bir hazine oldu. Yükselmiş olan risk nedeniyle hüküm giymiş mahkûmların önemli bir bölümü serbest bırakıldı. Bunda, mahpus tutulan siyasi tutuklular gözetilmedi. Dolayısıyla aslında masumiyet karinesi kendileri bakımından geçerli olması gerekenler hariç tutulmuş oldu. Böyle bir kararın arkasındaki mantık benim için anlaşılır değil.
- Kocanıza ve size güç veren nedir?
Kitap okumanın ve bunlarla ilgili paylaşımlarımızın bize çok yardımcı olduğuna inanıyorum. Eşim çok okuyor, ben de öyle, mektuplarda birbirimize okumalarımızla ilgili izlenimlerimizi anlatabilmemiz için, aynı şeyleri okumaya çalışıyoruz. Hayatımızın geçmişte nasıl olduğunu düşünmek ve gelecek için planlar yapmak yerine, şimdiki zamanda yaşamaya çalışıyoruz. Gücümüzün bir diğer kaynağı, arkadaşlarımızdan ve Türkiye’deki ve yurt dışındaki insanlardan aldığımız destek. Yöneltilen suçlamaların dayanaksızlığını belirginleştirmek için bu da çok önemli. Birçok sivil toplum örgütü, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar ve akademisyenler, tutuklanmasına karşı seslerini yükselttiler; siyasi alanda çok farklı pozisyondaki Türkiyeli siyasetçiler ve kamuya mal olmuş şahsiyetler söz alarak serbest bırakılmasını talep ettiler. Bu, eşimin inanılmaz uzunluktaki tutukluluğunun sona ermesine şimdiye kadar yol açmadı, ancak onun moraline destek oluyor ve ona cesaret veriyor. Bu ona yalnız olmadığını ve dünyanın her yerinde özgürlüğünün haksızca çalındığını gören insanların varlığını gösteriyor. Dört yıldan uzun süredir hapiste olan birisi için bu çok önemli.
- Siz ikiniz için bu son dört yılda hangi kitaplar özellikle önemliydi?
Gençliğimizde çok okuduğumuz romanları tekrar okuduk – bilhassa Rus klasiklerini, ancak başkalarını da. Kocam ayrıca Thomas Mann’dan birçok eser okudu ve ziyaretlerimizle mektuplarımızda bunları paylaştık, özellikle de “Büyülü Dağ”ı. Kazuo Ishiguro ve Julian Barnes ikimizin de çok beğendiği yazarlar. Barnes’dan “Zamanın Gürültüsü” ve “Kırmızı Paltolu Adam” bizim için önemliydi.
İstanbul Boğaziçi Üniversitesi’nde profesörsünüz. Akademik çalışmalarınızı sürdürebiliyor musunuz?
Mevcut şartlar altında bu çok kolay değil, ancak bunun için çabalıyorum, zira çalıştığımda kendimi daha iyi hissediyorum. Yakın dönemdeki araştırmalarım sosyal politikalar üzerineydi. Şu sıralar kapitalizm tarihi sürecindeki sosyal politika tartışmaları üzerine bir kitap yazıyorum, bu geniş ölçüde Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediğim seminerlere dayanıyor.
“HER ŞEY ÇOK ACI VERİCİ"
- Tutukluluğun ailenize ve hayatınıza hangi etkileri oluyor?
Bizim için her şey çok acı verici. Mevsimler gelip geçiyor, aynı şekilde birlikte kutlanamayan doğum günleri ve bayramlar da. Her duruşma gününden önce nihayet serbest bırakılacağı umuluyor ve sonunda gene hayal kırıklığına uğranılıyor. Umudu takip eden hayal kırıklığı, yıkıcı olabiliyor. Bu yüzden umutlanmamak için çok çalışıyorum, ama bu çok zor. Kayınvalidem artık oldukça yaşlı ve kısa bir süre evvel bir ameliyat geçirdi. O çok güçlü bir kadın, ancak bazen, oğlunu bir daha görüp göremeyeceğini soruyor. Böyle anların ne kadar zor olduğunu tasavvur edebilirsiniz.
- Kocanızın bir sonraki duruşması 21 Şubat’ta…
Dediğim gibi, umut etmemeye çalışıyorum. O kadar çok hayal kırıklığına uğratıldım ki… Ne olacağını gerçekten bilmiyorum.