CHP'li Toprak: 'Krizden çıkışın temel şartı Milli Sanayi ve Tarıma öncelik verilmesidir'
CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi.
CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi.
CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi. İç politika, Dış politika ve Ekonomi başlıklı değerlendirmelerde önemli konuları ele alan Toprak, 'Haftalık Değerlendirme Raporu'nu paylaştı.
Toprak, "Krizden çıkışın temel şartı; Türk Sanayisi ve Tarımının korunma altına alınması, gerekli desteklerin sağlanması İŞ ve AŞ krizine dönüşecek yanlışlardan kaçınılması, Milli Sanayi ve Tarıma “öncü kuvvet” olunmasıdır" ifadelerini kullandığı raporu şöyle:
İÇ POLİTİKA
Küresel Salgında, yerli sanayi üretiminin, kendi teknolojisini geliştirmenin ne kadar hayati olduğu anlaşıldı. 2. İŞ ve AŞ krizine dönüşecek yanlışlardan kaçınılması, milli sanayi ve tarımımıza “öncü kuvvet” olunması, elzemdir! 3. Yerli sanayimizin alt yapısı kısa sürede solunum cihazı üreterek, gücünü göstermiştir!
DIŞ POLİTİKA
Libya’da “Barış Fırtınası Harekâtı” sonrası, önemli gelişmeler yaşanıyor! 5. Trablus’ta korona virüs salgını yayılıyor! Libya’ya ilişkin BM kararları Türkiye’yi sıkıntıya düşürebilir! 6. Irak’tan ülkemize yönelebilecek “terör ve salgın” tehdidi olasılığı artıyor! 7. Macaristan’da seçilmiş diktatör tartışmalarının gölgesinde yeni bir siyasi kriz baş gösterdi! 8. Macaristan’ın AB üyeliğinden çıkartılması istendi! 9. Koronavirüs salgınıyla birlikte AB içinde Kuzey-Güney Ayrışması belirginleşti!
EKONOMİ
Yabancı sermaye kaçışları ve döviz mevduatlarındaki erime sürüyor! 11. Enflasyon TÜİK oyunlarıyla geriliyor! 12. İhracattaki sert gerileme, cari açık tablosunda kötüleşmeyi hızlandıracak! 13. Korona salgını her geçen gün insani ve ekonomik hasarları büyütüyor! 14. Toplam istihdamın yüzde 31’i kayıt dışı istihdam ediliyor! Salgın nedeniyle destek, yardım ve ödemelerden yararlanamayacaklar!
Küresel Salgında, yerli sanayi üretimi ve teknolojisini geliştirmenin ne kadar hayati olduğu anlaşıldı. Bu süreci “İş ve Aş Planlaması” ile ülke geleceğini aydınlatacak bir “Refah Fırsatına” dönüştürmek mümkündür.
Kriz günleri aynı zamanda fırsat ve çözüm günleridir. Salgın nedeniyle ülkemizin hangi alanlarda sıkıntılı olduğu net biçimde görüldü. Başta tarım ve gıda güvenliği olmak üzere dışa bağımlılığın sorunları açığa çıktı. Tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs salgını aynı zamanda tüm ülkeleri üç alanda durumlarını gözden geçirmeye yönlendirdi;
Sağlık güvenliği: Sağlık sisteminin altyapı yeterliliği ve tıbbi teknoloji bağımsızlığı, Gıda güvenliği: Halkın sağlıklı ve güçlü beslenmesinin temini, gıda ve beslenmede kendine yeterliliği, İstihdam güvenliği: Milli sanayinin korunması desteklenip güçlendirilerek istihdam güvencesi sağlanması, kendi teknolojisini üretme konusunda yeterliliği ve bağımsızlığı,
Gıda güvenliği beslenme, üretim ve tedarik zincirlerinin aksaksız işlemesinin ne kadar hayati olduğunu yaşayarak görmek durumunda kaldık. Milli sanayimizi koruyamazsak “Fabrikalar” kapanacak “İşsizlik” patlayacak! Yerli Tarımı desteklemezsek “Gıda Kıtlığı” yaşanab, “Aş ve İş Krizi” kapımızı çalabilir!
Krizden çıkışın temel şartı; Türk Sanayisi ve Tarımının korunma altına alınması, gerekli desteklerin sağlanması İŞ ve AŞ krizine dönüşecek yanlışlardan kaçınılması, Milli Sanayi ve Tarıma “öncü kuvvet” olunmasıdır.
Yıllardır tarım ve hayvancılığın ihmal edilmesiyle ortaya çıkan sıkıntılar ithalat yoluna gidilerek bertaraf edildi. Gelinen aşamada ülkeler içine kapanırken, kendi halklarının gıda güvenliği için pek çok ülke gıda ürünlerinin ihracatını durdurdu. Son yıllarda başta buğday ve mısır olmak üzere hububat, bakliyat ithalatımızda önemli paya sahip olan Rusya, buğday ve diğer hububat ürünlerini, et ihracatını durdurdu!
Fransa, Almanya, Hollanda, vb.. Avrupa ülkelerinin hemen tamamı üreticilerinin ürünlerinin tümünü satın alma garantisi verip, ürün bedellerini peşin ödeyerek üretimin sürdürülmesine yönelirken tarım ve hayvancılık ürünlerinin ihracatına kısıtlamalar getirdi. Dolayısıyla Tarım ve Orman Bakanının “Gıdada sıkıntı yok, dövizimiz de var gerekirse ithal ederiz” açıklaması küresel salgın döneminin gerçekleriyle örtüşmüyor!
İhraç pazarlarının daralması ve kapanması, küresel turizmin durmasıyla Türkiye en önemli iki döviz geliri kaynağında gerilemeye girdi ve hızla döviz gelirleri azalıyor! Hem ithalata ayrılacak kaynak hem de ithal edilecek tarımhayvancılık ürünlerinin bulunması konusunda sıkıntılı bir sürece girilebilir.
İşte bu aşamada kriz ortamından fırsat çıkartmak, Tarım ve Hayvancılığı “Stratejik Sektör” ilan ederek yatırımlara sağlanan “Süper Teşvikler” kapsamına almak; ülkemizin, tarım ve hayvancılığımızın, gıda güvenliğinin sağlanması ve gıdada dışa bağımlılığın ortadan kaldırılması açısından en doğru ve akılcı adım olacaktır.
Bugüne kadar tarımsal üretime elverişli, değerli hazine ve kamu arazilerini, havzaları, meraları bile rant uğruna imara ve yapılaşmaya açan iktidar, salgının ortaya çıkarttığı tarımın ve gıda güvenliğinin önemini nihayet algılayıp, doğru bir hamle ile geçtiğimiz hafta hazine, kamu arazilerinin tarımsal üretime açılması ve üreticilere bedelsiz tahsis edilmesi kararını aldı.
Ancak girdi maliyetlerindeki olağanüstü artışlar, ürünün para etmemesi, para eden ürünler içinse hemen iktidarın ‘ithalatla terbiye’ politikasına yönelmesi nedeniyle, toprağını ekemeyen, boş bırakan üreticiye, şimdi ekmesi için hazine arazilerini tahsis etmek, başta sıraladığımız tüm destek ve teşviklerin de faizsiz, geri ödemesiz şekilde sağlanmasını gerektirmektedir.
Bilindiği gibi mazot desteği adı altında yapılan destek ödemesinin kat kat fazlası, mazota yapılan zamlar ve mazottan alınan ÖTV-KDV-ATV ile üreticiden geri alınmaktadır. Destek ödemelerinin bir önceki yılın ürünü için bir yıl sonra yapılması, zaten üretmek için borçlanan üreticiye kabaran borçlarının bir kısmını geri ödemek dışında herhangi bir katkı sağlamamaktadır.
Ne yazık ki; piyasa düzenleyici, üreticiyi koruyucu, ürünün alımı ve depolanmasına, ucuz tarımsal girdi sağlanmasına destek veren üretici birlikleri [Trakya Birlik, Marmara Birlik, Fiskobirlik, Çukobirlik, Tariş vb. üretici birlikleri ve kooperatifleri] iktidar tarafından pasifize edilerek, etkinlikleri yok edildi.
BU DOĞRULTUDA ALINABİLECEK ÖNLEMLER:
“Yerli tarım” desteklenmeli, tarımın üstünden “devletin yükü” kaldırılmalıdır. 2. Milyonlarca hektar boş tarım arazilerinin ekilmesini sağlamak üzere üretici ve besici teşvik edilmeli, en az 5 yıllık bir planlama ile bedeli devlet tarafından üstlenilip, “satın alma garantisi ile üretim artışı” desteklenmelidir. 3. Üreticilere tohum, fide, ilaç, gübre, mazot vb. aşamalarda “geri ödemesiz ve faizsiz” tam teşvik sağlanmalı, “girdi maliyetleri” düşürülmelidir. 4. Üreticiye sağlanacak mazot, elektrik, sulama bedelleri, vs. üzerinden alınan vergiler ya sıfırlanmalı ya da azami “yüzde 1’e” çekilmelidir. 5. Ziraat Bankası “kendi misyonuna” döndürülmeli, kaynaklarının yüzde 6065’inin “tarım- hayvancılık finansmanı ve kredilendirilmesine” ayrılması zorunlu hale getirilmelidir. 6. Üreticilere akaryakıt, enerji, elektrik ve sulamada “özel indirimli tarife” uygulamasına geçilmelidir. 7. “Tarımsal destek paraları” kesinti yapılmaksızın ve geciktirilmeden ödenmeli, ödemelerin en az yarısı ürün ekimi öncesinde, kalan yarısı da hasat sonrasında “peşin olarak” ödenmelidir. 8. “Üretici birlikleri” finansal desteklerle güçlendirilerek aktif hale getirilmeli, planlı bir destekleme stratejisine kavuşturulmalıdır. 9. Tarımsal-hayvansal üretimin ve üreticinin desteklenmesiyle “Aş Güvenliği” politikasına dönülmelidir. 10. “Ortak akıl” esas alınarak, tarımın güçlendirilmesine katkı sağlayacak “tüm kesimlerin sesine” kulak verilmelidir. Bu çerçevede; milli tarımın korunma altına alınması, üreticinin-besicinin desteklenmesi bugün ve yarınlar adına büyük bir önem taşımaktadır. Ziraat odaları, çiftçi kooperatifleri, veteriner ve ziraat mühendisleri odaları, sivil toplum, meslek ve üretici örgütleriyle vb. ortak çalışılarak yakın-orta ve uzun vadeli tarım ve hayvancılık politikalarıyla, üretim, finansman, sübvansiyon, destek, teşvik plan ve programlarının hayata geçirilmesi elzemdir!
Salgın krizinden çıkartılması gereken bir diğer ders ve fırsat, Milli sanayinin ve istihdamın korunması, desteklenmesi ve planlaması olmalıdır. Yerli sanayimizin alt yapısı “Solunum Cihazı” üreterek, gücünü göstermiştir!
Salgın nedeniyle yaşanan tabloda; kargo-kurye taşımacılığının, lojistik sektörünün hayati önemi, evlerde-ofislerde uzaktan çalışma esnekliği mecburiyeti, online alışveriş ve bankacılık vb. zorunluluklar nedeniyle, internet-iletişim-bilişim altyapısının güçlü ve yeterli olmasının stratejik önemi, yerli teknolojiye sahip olmanın ve üretmenin gerekliliği kendisini dayattı. Tıp teknolojisi, tıbbi cihaz ve malzeme üretimi, ilaç-kimya endüstrisi, aşı ve koruyucu-önleyici tıp sektörlerinin vazgeçilmezliği, halk sağlığının korunmasına dönük örgütlenmelerin gerekliliği somut şekilde ortaya çıktı. ABD bile Tayvan’dan Almanya’ya maske götüren kargo uçağına el koyarken, teknolojide kendine yeterliliğin elzem olduğunu gördük, yaşayarak öğrendik.
BU DOĞRULTUDA ALINABİLECEK ÖNLEMLER:
“Milli Sanayi Envanteri” çalışması hızla sonuçlandırılarak, ülkemizin yerli sanayi altyapısının gücü, yeterliliği, eksiklikleri, sektörel üretim kapasiteleri, istihdam olanakları ve sağlanacak destekler ortaya konulmalıdır. 2. Sanayinin korunması, üretimin sürdürülmesi, bu yolla istihdamın ve toplum refahının güvence altına alınmasına dönük planlamalar yapılmalıdır. 3. Devlet ulusal sanayinin, hizmet sektörlerinin sürekliliğini ve ayakta kalmasını sağlamak üzere “Nihai Alıcı” pozisyonunu üstlenerek en az 3 ay süreyle bu alandaki üretim ve istihdamın devamını sağlayacak güvenceyi devreye sokmalıdır. [Milli Gelir’in asgari yüzde 10’u düzeyinde bir kaynakla desteklenecek “Ulusal Ekonomi Kurtuluş Programı” modellemesinde dile getirdiğim şekilde] 4. Kısa-orta-uzun vadeli, öncelikli ve stratejik sektörler belirlenerek “kamu öncülüğünde yatırım hamlesi” başlatılmalıdır.
Geniş bant dijital internet-iletişim altyapısı güçlendirilerek; ucuz, hızlı, kesintisiz internet erişim ve iletişim ağının altyapısı tamamlanmalıdır.
Bilişim-yazılım-programcılık alanında süper teşviklerle desteklenecek AR-GE ve doğrudan yatırımlara kaynak tahsis edilmelidir.
Tıbbi cihaz, görüntüleme, test-tanı teknolojisinin geliştirilmesi, AR-GE ve üretimi desteklenerek teşvik edilmelidir. Tıbbi malzeme-teçhizat-ilaç endüstrisi yeniden yapılandırılarak dışa bağımlılık ortadan kaldırılmalıdır.
Kapatılan SSK ve Ordu İlaç Fabrikaları, Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü, Askeri Tıp Fakülteleri ve Askeri Hastaneler yeniden açılmalıdır
Yerli aşı araştırma ve üretimine tekrar dönüş yanında, en büyük ilaç alıcısı, ödeyicisi ve tüketicisi SGK başta olmak üzere, ithal ilaç yerine ulusal ilaç endüstrisinin ayağa kaldırılarak desteklenmesi, lisanslamaya hız verilmelidir.
Üstte özetlemeye çalıştığım “İş-Üretim-İstihdamın sürekliliği” önerileri çerçevesinde süratle ‘Genişletilmiş Ekonomik Sosyal Konsey’ toplanmalı, tüm tarafların katılımıyla oluşturulacak ihtisas grupları tarafından “Milli Sanayi ve Geleceğin Sektörleri Stratejisi” hazırlanmalı, yeni “yatırım - üretim - istihdam - milli yeterlilik” hamlesi başlatılmalıdır.
Milyarlarca dolar ya da yüz milyarlarca TL’lik ülke kaynaklarının “Kanal İstanbul” gibi projelerle toprağa gömülmesi ve ülkenin gelecek on yıllarda ödeyeceği ağır borç yükü altına sokulması yerine, ulusal çıkarlar, stratejik öncelikler ve tercihler gözetilmelidir.
Libya’da Türkiye destekli Trablus yönetimine bağlı İslamcı-Cihatçı birlikler tarafından başlatılan “Barış Fırtınası Harekâtı” sonrası, önemli gelişmeler yaşanıyor!
İktidarın Askeri İşbirliği ve Savunma Anlaşması imzalayarak gerekirse Türk askerinin de destek için gönderileceğini açıkladığı Feyiz el Sarrac başkanlığındaki Trablus yönetimi, Mareşal Halife Hafter’e bağlı Libya Ulusal Ordusu’na (LUO) karşı geniş çaplı bir saldırı harekâtı başlattı. Suriye’den gönderilen TSK destekli Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) paralı milislerinin de aralarında yer aldığı Trablus yönetimine bağlı İslamcı ve İhvancı birliklerin, Türk subayların komutasında başlattığı bildirilen “Barış Fırtınası” harekâtıyla ilk aşamada LUO’nun elindeki El Vatiya hava üssünün ele geçirildiği duyurulmuştu.
Ancak Hafter’e bağlı LUO’nun karşı saldırıya geçerek El Vatiya Hava Üssü’nü geri alarak, Sarrac güçlerini durdurup geri püskürttüğü, Trablus yönetiminin kontrolündeki Tunus’a açılan Ras Jadir sınır kapısını ve stratejik liman şehri Zuvara’yı da ele geçirdiği belirtiliyor. Trablus yönetimine bağlı İslamcı ve İhvancı birliklerin ağır bir yenilgiye uğratıldığı dile getiriliyor.
Arap ve Avrupa medyasında yer alan haber ve yorumlarda harekâtın Türkiye tarafından planlanarak yönetildiği ve Sarrac yönetiminin bu yönde teşvik edildiği ve cesaretlendirildiği öne sürülüyor. Türk Subayların kumanda ettiği öne sürülen Barış Fırtınası operasyonu sonrasında gelinen yeni aşamada, Sarrac yönetiminin elinde sadece Trablus ve Misrata kalmıştı. Şimdi bu iki kent Hafter’e bağlı LUO tarafından kuşatıldı. Birliklerin Trablus’un merkezine doğru ilerlediği bildiriliyor. Durum Hafter lehine dönerken, Trablus hükümetine “Bütün Libya’yı kontrolüne almak üzere” Barış Fırtınası Harekâtı’nı başlatma ve Berlin Ateşkes Mutabakatı’nı ihlâl etme telkininde bulunduğu iddia edilen Türkiye’ye yönelik ithamlar artıyor!
Berlin Konferansında sağlanan mutabakatı ve ateşkes anlaşmasını bozarak ülkede kontrolü sağlamak hedefiyle saldırı başlatan Sarrac Yönetimi, bir yandan uluslararası alanda mutabakatı ihlal eden taraf konumuna gelirken diğer yandan da ağır yenilgiye uğrayarak kontrolündeki yerlerin büyük bölümünü, liman ve hava üslerini, Tunus’la olan stratejik sınır kapısını kaybetti!
Libya Ulusal Ordusu’nun (LUO) Trablus’a yönelik bombardımanı şiddetlendirmesiyle şehirden kaçışlar başladı. Trablus’ta korona virüs salgını yayılıyor! Libya’ya ilişkin BM kararları Türkiye’yi sıkıntıya düşürebilir!
BM’nin çağrısı üzerine Trablus’tan ayrılmak isteyen sivillerin Tunus’a geçişi için “insani bir ateşkes” üzerine anlaşan taraflar, 24 saat sonra yeniden ve daha şiddetli şekilde çatışmaya başladı. Suriye gibi 2011’de Kaddafi devrildiğinden bu yana süren iç savaş nedeniyle sağlık başta olmak üzere altyapısı büyük ölçüde tahrip olan Libya’da salgının hızla yayılmasıyla hem çatışmalar hem de koronavirüs kaynaklı can kayıplarının artmasından endişe ediliyor! (Vaka sayısı: 18, Ölü sayısı:1)
Trablus’un düşmesi halinde BM tarafından tanınan Sarrac yönetiminin devrilmesinin sorumluluğunun Türkiye’nin üzerinde olacağı öne sürülüyor. Fransa ve İtalya’nın devreye girmesiyle AB tarafından Türkiye’ye yönelik olarak Libya’da iç savaşı destekleme, silah ambargosunu delme vb. suçlamalarıyla konunun BM’ye taşınacağı dile getiriliyor. Nitekim Libya’daki ateşkesin bozulması ve Barış Fırtınası Harekâtı’nın başlatılması ardından AB tarafından Libya’ya yönelik silah ambargosunu denetlemek üzere 1 Nisan’da IRINI adı altında deniz ve hava kontrol operasyonu başlatıldı. Fransa deniz kuvvetleri operasyon kapsamında Provence savaş gemisinin Libya’ya silah ve hava savunma sistemleri taşıdığı belirlenen bir Türk kargo gemisinin engellendiğini ve geri döndürüldüğünü açıkladı.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) tarafından açıklanan Libya Raporu’nda ise ÖSO ve Türkiye destekli diğer ılımlı cihatçı örgütlerden Suriyeli paralı askerlerin Libya’ya gidişinin durduğu, bunun nedeninin ise gönderilen milis sayısındaki artışla birlikte Türkiye’nin milislere vaat ettiği 2000 dolar aylık ödemelerinin yapılamaması olduğu belirtiliyor. Türkiye’nin Libya’ya göndermek üzere 6 bin kişilik bir Suriyeli paralı asker gücü oluşturduğu ancak bu sayının aşılması üzerine ödemelerde sıkıntı yaşandığı belirtilirken, Suriyeli paralı askerlerden 4750’sinin Libya’ya ulaştığı, 1900’ünün ise halen Libya’ya gönderilmek üzere Türkiye’deki eğitimlerinin sürdüğü iddia ediliyor.
Libya’daki bu gelişmeler, iktidarın Libya politikasında da tıpkı Suriye’de olduğu gibi yakın dönemde Libya kaynaklı ciddi sorunlarla karşı karşıya kalınacağını gösteriyor. Kendi insanlarımız için kaynak ayırmakta, sorunlarını çözmekte sıkıntılar yaşanan, milletten para toplama kampanyaları başlatılan bir süreçte ülke kaynaklarının bir başka ülkedeki savaşın finansmanına aktarılması kabul edilemez. Libya’da hem korona salgını hem de savaşın şiddetlendiği bu süreçte; İktidar Sözcüleri tarafından ortaya atılan iddialara yönelik resmi bir açıklama ya da resmi yalanlama yapılmamış olması, dikkat çekiyor!
Ülkemizin her açıdan ciddi sorunlarla boğuştuğu bir dönemde, Libya’da iç savaşa müdahil ve taraf olmak, ülke kaynaklarından kimsenin bilmediği ancak ciddi tutarlarda olduğu açıkça görülebilecek düzeyde harcamaların bu ülkedeki iç savaşın finansmanına yapılması tamamıyla yanlış bir politikadır!
Irak’taki korona vaka sayısının gizlenmesi, ülkedeki yabancı medya çalışanlarının sınır dışı edilmesi, Irak’tan ülkemize yönelebilecek “terör ve salgın” tehdidi olasılığını arttırıyor!
Ülkemizin 384 kilometrelik kara sınırına sahip olduğu komşumuz Irak’ta geçtiğimiz yılın Ekim ayından bu yana süren siyasi kriz ve yeni hükümetin kurulamaması, özellikle korona salgını tehdidinin büyüdüğü bir dönemde ciddi riskleri beraberinde getirmektedir. Son birkaç haftada Irak sınır bölgesinde askerlerimize yönelik terör saldırıları ve şehitlerin yanı sıra ülkede salgının boyutlarının tam olarak bilinmemesi, siyasi ve ekonomik krizin ağırlaşmış olması bu ülkeyle olan sınırlarımızdan gelebilecek salgın tehditlerine karşı da ciddi önlemler alınmasını gerektirmektedir. Irak siyaseti üzerindeki etkisi ve ağırlığı bilinen İran’a yönelik tepkiler, geçen yıl başlayan protestoların ana gündemlerinden birisiydi. Hükümeti kurma görevi verilen Adnan Zürfi’nin ılımlı bir Tahran yanlısı olduğu biliniyor. Irak’ta katı şekilde İran karşıtı bir siyasetçinin iktidarda kalmasının güç olacağı buna karşılık tamamıyla İran’a angaje bir iktidarın da son dönemde artan protestolarda görüldüğü gibi halk tarafından tepki göreceği dikkate alınıyor.
Altyapısı tahrip olmuş Irak’ın çığ gibi büyüyen sorunlarına, hızla yayılan korona salgını da eklendi. Dünya Sağlık Örgütü Irak’tan vaka sayısı, salgının boyutları ve ölümler konusunda sağlıklı, resmi bilgi alamadıklarını açıkladı.
Irak’ta yolsuzluk ve istikrarsızlığın sürmesinin İran’a bu ülkeye siyasi ve askeri müdahale için imkân sağladığı bu yüzden de Zürfi’ye sınırlı destek vererek Haşdi Şabi’nin dağıtılmayacağı konusunda güvence istediği belirtiliyor. Adnan Zürfi’ye ABD’nin bu nedenle sıcak baktığı kaydediliyor. 1994 yılındaki Şii ayaklanmasında yer alan, Saddam tarafından arananlar listesinin başında yer alan Zürfi’nin, ABD’ye geçtiği, Saddam sonrası Irak’a dönerek ABD’nin Irak Valisi Paul Bremer ile birlikte çalıştığı vurgulanıyor. Buna rağmen Irak siyaseti ve ABD işgali sonrası yeniden yazılan Irak anayasası, ülkeyi etnik ve mezhep eksenli bölerek siyaseti bu dengeler üzerine oturttuğu için Zürfi’nin Kürtler ve Sünnilerin de desteğini alması ve tıpkı Haşdi Şabi konusunda İran’a olduğu gibi Peşmergeler konusunda da KIBKY’ye taahhütte bulunması gerekiyor.
Sünniler ise şu anda mevcut Irak siyasetinde ikiye bölünmüş durumda. Bir bölümü Katar ve İran’ın desteğini alıyor. Musul, Anbar ve Selahaddin vilayetlerindeki bazı Sünni gruplar ise Şiiler tarafından Cihatçı ya da terörist olarak görülüyor.
Irak’ın Petrol zengini olmasına rağmen, siyasi askeri ekonomik istikrarının önündeki en büyük engel, Saddam sonrası etnik ve mezhep eksenli parçalanmışlığıdır. Halkının hızla yoksullaştığı Irak, her alanda ABD ve İran üzerinden dış müdahalelere açık hale getirildi.
Hızla artan koronavirüs salgını ve ölümler nedeniyle “sosyal mesafe” kapsamında protesto gösterileri şu anda durmuş vaziyette ve gündem koronaya endeksli hale gelmiş görünüyor. Bu koşullarda Adnan Zürfi, Kürtlerin desteğini alabilirse Bağdat’ta bir hükümet kurulabilir.
Türkiye açısından Irak’ın ülke içinde ve sınırlarında güvenliği sağlaması, altyapısını hızla onararak sağlık ve diğer alanlarda etkin hale gelmesi, lehte bir durumdur ve ülkemize yönelik terör, göç, salgın tehdidini azaltacaktır.
Macaristan’da Başbakan Viktor Orban’a verilen olağanüstü yetkiler ve seçilmiş diktatör tartışmalarının gölgesinde yeni bir siyasi kriz baş gösterirken, bu durum AP’unda ve AB içinde tartışma yarattı!
Koronavirüs gerekçesiyle AB üyesi ülkeler sınırlarını kapatıp yardımlaşma konusunda ayrışırken, bu salgını “siyasi fırsata” çeviren Macaristan Başbakanı Viktor Orban ise kendisine tek başına olağanüstü yetkiler tanıyan ve AB’nin Kopenhag Demokratik Kriterleriye zıt düzenlemeler içeren yasayı parlamentodan geçirdi. Başbakan Orban, parlamento’dan çıkarttığı “Yetki Yasası” ile ülkeyi tek başına çıkartacağı kararnamelerle süresiz şekilde yönetebilecek.
Orban’ın koronavirüs salgını nedeniyle “hızlı karar almak” gerekçesine dayandırdığı yetki yasasıyla getirilen bu düzenlemeler, AB Komisyonu tarafından “Demokrasiye karşı cüretkâr saldırı” olarak nitelendirildi. Avrupa Parlamentosu tarafından demokrasiyi ve hukuk devletini katletme projesi olarak değerlendirildi.
Avrupalı Anayasa Hukukçuları, Orban’ın parlamentodan geçirdiği yetki yasasının, Nazi Partisi’nin önde gelen hukukçu ideologlarından Carl Schmitt tarafından hazırlanarak 1933’te Almanya Parlamentosu’ndan geçirilen anayasa değişikliği yetki yasasının kopyası olduğunu belirterek Hitler’in böylece meclise danışmadan kararname çıkarma ve uygulama yetkisine sahip olduğunu, Nazi Devleti kurduğunu anımsatıyorlar.
Macaristan Başbakanlık Sözcüsü, alınan olağanüstü önlemlere yönelik yetkilerin, “Uluslararası anlaşmalara ve Macaristan Anayasasına uygun” olduğunu savunarak yasayı eleştirenlerin yanlış bilgilendiğini öne sürdü. Çıkartılan yetki yasası, Başbakana Parlamento’yu feshetme, seçimleri erteleme, seçim ya da referandumları yasaklama yetkisini de veriyor.
2010 seçimlerinde üçte iki çoğunlukla iktidara gelen Fidesz Partisi’nin Lideri Viktor Mihály Orbán, ülkeyi milliyetçi-ırkçı-yabancı düşmanlığı çizgisinde bir politika ile yönetiyor. Hakkındaki yolsuzluk iddialarına rağmen soruşturma açılmasını, dosyaların yargıya gitmesini parlamento çoğunluğuyla engelledi!
Başta İtalya olmak üzere AB ülkelerinden çok sayıda politikacı yaptıkları ortak açıklamada, Macaristan’ın süratle AB üyeliğinden çıkartılmasını, gereken dersin ivedilikle verilmesini istediler!
Macaristan ve Polonya başta olmak üzere AB üyeliğine alınan bazı eski doğu Avrupa ve sosyalist blok ülkelerindeki yönetimlerin AB kriterleriyle bağdaşmayan düzenlemelere gitmesine karşılık AB Komisyonu ve liderlerin buna sessiz kalarak “seçimle gelmiş diktatörlüklerin inşasına göz yumduğunu” savunan AP milletvekilleri, “AB Komisyonu şayet bugün Orban rejimine karşı kararlı bir eyleme geçmez ise von der Leyen’in Başında olduğu bu komisyon bu göreve uygun olmadığını göstermiş olacak. AB anlaşmalarının bekçisi olarak bu anlaşmalara uyum gösterilmesini sağlama konusunda da inandırıcılığını yitirecek” açıklamasını yaptılar.
İngiltere’nin Brexit ile ayrılığı sonrasında Macaristan’daki bu gelişmelerle yeni bir siyasi tartışma sürecine giren AB, kendi değerlerini savunmakla, bir üyeyi kendi eliyle ihraç etmek seçenekleri karşısında bulunuyor. Önümüzdeki dönemde AB içinde yeni kopmaların gündeme gelmesi ihtimali güçleniyor!
Koronavirüs salgınıyla birlikte AB içinde belirginleşen Kuzey-Güney Ayrışması; siyasi çelişkileri, krizin ekonomik boyutuyla mücadele ve ayrılacak kaynaklar konusundaki görüş ayrılıklarını derinleştirdi!
2010’da Euro Bölgesi Mali Krizi nedeniyle AB içinde ortaya çıkan KuzeyGüney ayrışması, koronavirüs salgını sonrasında yeniden sertleşti. O dönemde ilk olarak Yunanistan’da baş gösteren borç krizinin daha sonra çok daha ileri boyutlarda, İspanya, İtalya ve Portekiz’i de içine alması, üyeler arasında krizin finansmanı ve güneyli üye ülkelerin kurtarılması konusunda tartışmalara neden olmuştu. Avrupa Merkez Bankası ve IMF tarafından ortaklaşa hazırlanan program ve ortaya konulan yüz milyarlarca Euro tutarındaki kurtarma paketiyle sorun çözülmeye çalışılırken, güney ülkelerine de çok ağır ekonomik önlem politikaları dayatıldı. Şimdi ise salgının ortaya çıkarttığı insani ve sağlık sorunları yanında salgınla mücadele ve sonrasında AB’nin ekonomik gücünü koruyabilmesi için yapılması gerekenler, finansman ve kaynak gereksinmesinin karşılanması gibi konularda yeni bir ayrışma başladı!
İtalya hükümeti, AB üyesi diğer ülkelere “krizden çıkmak için beraber borçlanalım” çağrısı yaparak, “Corona Bonds” olarak adlandırılan ortak borçlanma tahvili ve bonoların piyasaya sürülmesi, AB ülkelerinin koronavirüs salgınının neden olacağı ekonomik krizi böylece birlikte aşmaları önerisinde bulundu.
Bu öneriye, AB’nin güney kanadını oluşturan İspanya, Fransa, Portekiz, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın yanı sıra Slovenya, Belçika, Lüksemburg ve İrlanda, destek verdi.
Mali güçleri çok daha iyi olan Almanya, Hollanda, Avusturya ve Finlandiya gibi ülkeler bu öneriye karşı çıkıyor. Karşı çıkarken de 2010’daki borç krizini ve bu krizin birliğe getirdiği ağır mali yükü gündeme taşıyarak “AB’nin güney kanadının mali disiplin konusunda gevşek olduğu” gerekçesini dile getiriyorlar. Sorunun ekonomik olduğu kadar siyasi boyutunun da olduğunu söylemek yanlış olmaz. Almanya, Hollanda, Avusturya gibi ülkelerde son dönemde AB karşıtı, milliyetçi, yabancı karşıtı siyasi partilerin hızla yükseldiği, oylarını artırdığı görülüyor.
Bu partiler, aynı zamanda AB’ye karşı çıkarken diğer üye ülkelere verilen katkılardan ötürü kendi ülkelerinde işsizliğin arttığını, refahın gerilediğini savunuyor. 2010 krizinde Kuzey ülkelerindeki bu partiler, İtalya, İspanya, Yunanistan’ı kurtarmak için gereken yüz milyarlarca Euro, kaynağın ödenmesine karşı çıkmış, iktidarlar bu konuda oldukça zorlanmıştı.
Şimdi bu hafta 7 Nisan’da yine telekonferans ile AB Liderler Zirvesi yapılacak ve muhtemelen tartışmalar, görüş ayrılıkları daha da belirginleşecek. Salgın sonrasında AB’nin dağılması ya da birliğin sorunlarının ve tartışmaların daha da artması artık önemli bir gündem haline gelmiş görünüyor!
Mart sonu itibarıyla yabancıların satış-çıkışları 6,5 milyar dolar, dövizlerini bankadan çekip yastık altına koyan vatandaşların çektiği tutar ise iki haftada 4 milyar dolara yaklaştı!
Son birkaç haftadan bu yana verilerini sürekli izlediğimiz yabancı sermaye kaçışları ve bankalardaki gerçek kişilere ait döviz mevduatlarındaki çekişler aynı hızla devam ediyor. 27 Mart haftası ile ilgili açıklanan verilere baktığımızda yabancı portföy yatırımcılarının hisse senedi ve Devlet İç Borçlanma Senedi (DİBS) satışı ilk üç ayın sonunda 6,4 milyar dolara ulaştı. 2013 yılında 141 milyar dolara kadar çıkan yabancıların Türkiye’deki portföy yatırımları en hızlı gerilemeyi yaşarken, bu yılın sadece ilk üç ayındaki satışçıkış tutarı geçmiş yılların pek çoğundaki yıllık toplamın üzerinde!
Bir yandan milyarlarca dolarlık net çıkış yaşanması, bir yandan hisse senetlerindeki aşırı değer kayıpları ve bir yandan da dövizdeki kur artışıyla yabancıların menkul kıymet stokları bugüne kadarki en dip düzeye geriledi. Merkez Bankası (MB) verilerine göre yabancılar 27 Mart haftasında 274 milyon dolarlık Devlet iç Borçlanma Senedi (DİBS) ve 257 milyon dolarlık hisse senedi daha sattı. Böylece mart ayındaki toplam satışlar; 2 milyar 28 milyon doları DİBS ve 1 milyar 37 milyon doları hisse senedi olmak üzere 3 milyar 65 milyon dolara ulaştı. Ocak-Mart dönemi üç aylık yabancı satış-çıkışları da böylece 6 milyar 433 milyon dolar olarak gerçekleşti.
Yabancı yatırımcıların hisse senedi ve DİBS satışlarının aynı hızla devam edeceği anlaşılıyor. Geçmiş yıllarda 141 milyar dolarla 2013’te en yüksek tutara ulaşan yabancı yatırımcıların menkul kıymet stok toplamı ortalama olarak da 70 milyar dolarlar düzeyinde geziniyordu.
Şu anda ise mart ayı sonu itibarıyla yabancıların hisse senedi stoku 22,3 milyar dolara, DİBS stoku ise 10 milyar doların altına geriledi. Satış-çıkışlar aynı hızla sürdüğü takdirde bu yılın ilk yarısı sonunda yabancı sermaye portföy yatırımları stokunun tamamıyla dip noktaya indiğini görebiliriz.
Aynı şekilde bir önceki hafta 2,5 milyar dolarlık düşüşle 200 milyar doların altına inerek, 198 milyar dolara gerileyen bankalardaki döviz hesapları toplamı 27 Mart haftasında yaklaşık 1 milyar dolar daha azalarak 197 milyar dolara indi.
20 Mart haftasında 198 milyar 275 milyon dolar olan yurt içi yerleşiklere ait döviz mevduat hesapları geçtiğimiz hafta 841 milyon dolar daha çekilince 197 milyar 434 milyon dolara geriledi.
Yine döviz çekilişlerinin neredeyse tamamı bireysel hesaplardan yapıldı. Yani yaklaşık 1 milyar dolar daha yastık altına gitmiş oldu. Ekonomik sorunlara çözüm için iktidarın açıkladığı 100 milyar TL’lik paketin ciddi bir sonuç yaratamayacağı ortaya çıkınca yeni önlemler, kararlar alınmaya başlandı. MB kısmi parasal genişlemeye giderek piyasalara 60 milyar lira nakit enjekte etti. Bunlar da sorunları çözmekte yeterli olmayacaktır. Kaldı ki en kötü ihtimal MB, para basmaya hız verebilir. Bu uygulama enflasyonu artırsa da kötünün iyisi olarak görülebilir. Ama dolar-euro basamaz. O yüzden de dövizdeki bu kanama, yabancı sermaye kaçışı ve yerli mevduat sahiplerinin de bankalardaki dövizini çekişi sürdüğü takdirde ülkemizde ciddi döviz darboğazıyla acil ithalatların yapılamaması sıkıntısıyla karşı karşıya kalınabilir.
Küresel ticaretin, pazarların durgunluğa girdiği bir dönemde ihracat daralırken turizm sektörü neredeyse kilit vurdu! Ülkemizin en önemli iki döviz geliri kaleminde tablo bu iken, MB rezervleri erirken, iktidarın döviz konusunda da önümüzdeki döneme ilişkin şimdiden acil bir takım planlamalar yapması, önlem hazırlıklarını gündemine alması zorunludur!
Koronavirüs salgın tehdidiyle hemen her şeyin fiyatı zamlanırken bu artışların aylık enflasyona yansımaması, Ocak ayında yapılan “enflasyon sepeti ağırlıklarının değiştirilmesiyle” sağlandı!
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı Mart 2020 Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) rakamlarına göre mart ayında enflasyon bir önceki aya göre yüzde 0,57, geçen yılın Aralık ayına göre yüzde 2,29, 2019’un aynı ayına göre ise yüzde 11,86 oldu. On iki aylık ortalamalara göre enflasyondaki artış yüzde 13,33 düzeyinde gerçekleşti. Enflasyon aylık düzeyde artarken, yıllık bazda Şubat ayına kıyasla yüzde 12,37’den 11,86’ya indi.
Oysa Mart ayında özellikle korona salgını nedeniyle başta gıda maddeleri olmak üzere pek çok malın ve ürünün fiyatında yaşanan yüksek artışlardan dolayı aylık enflasyonun da daha yüksek olması bekleniyordu. Ancak bunda Mart ayı boyunca art arda gelen kısıtlamalarla harcamaların ağırlıkla gıda, sağlık ve hijyen malzemelerine odaklanması, enflasyon sepetinde yer alan diğer pek çok kalemde harcamaların düşüş göstermesi enflasyona da düşüş yönünde yansıdı.
Bir başka önemli etken ise gıda, sağlık, temizlik maddeleri gibi talebin yoğunlaştığı, fiyatların yükseldiği kalemlerdeki enflasyon artışına karşılık, Ocak ayında yapılan enflasyon sepeti ayarlamasında bu kalemlerin ağırlığı düşürüldüğü için fiyatları çok artsa da enflasyon artışına etkileri sınırlı kaldı.
TÜİK verilerine göre geçen ay en yüksek fiyat artışı yüzde 45,37 ile sivri biberde görülürken, salgın nedeniyle banka şubeleri yerine bireylerin ve işletmelerin internet bankacılığı ve online işlemlere ağırlık vermelerinden ötürü en yüksek düşüş ise yüzde 93,2 oranıyla banka para havale ücretlerinde görüldü ve bu da mart ayı enflasyonuna olumlu yansıdı.
Salgının değiştirdiği yaşam biçimi ve tüketim-talep tercihlerinden dolayı en yoğun talep, gıda maddeleri, kuru bakliyat, temizlik ve hijyen malzemeleri, eczacılık ürünleri, ilaç, koronavirüse karşı bağışıklığı güçlendirici vitamin takviyeleri, sağlık harcamaları kalemlerinde ortaya çıktı.
Buna karşılık toplu ulaşımın durma noktasına gelmesi, şehirlerarası seyahat yasakları, yurt içi ve dışı uçuşların durdurulmasıyla, önceki aylarda enflasyon artışında etkili olan ulaşım giderleri ve petrol fiyatlarındaki düşüşe bağlı indirimlerden ötürü de akaryakıt ve enerji enflasyonu geriledi.
Dolayısıyla mart ayı enflasyonunu daha çok koronavirüs ile beraber gıda ve sağlıktaki harcamalarındaki yükselişlerle, bunun yol açtığı fiyat ve talep artışı belirledi. Gıdada ve sağlıkta yaşanan yükseliş aylık enflasyonu yüzde 0,57 yükseltti. Yıllık enflasyon ise değişen sepet ağırlığı etkisiyle şubat ayındaki yüzde 12,37 düzeyinden yüzde 11,86’ya geriledi.
Kolonya ve sağlık ürünlerindeki artışlar olağanüstü yüksek düzeylerde gerçekleşmiş olsa da enflasyon sepetindeki ağırlıkları aşağı çekildiği için aylık enflasyon üzerindeki etkileri fazla olmadı.
Geçen yıl fiyat artışı nedeniyle terörist muamelesi gören kuru soğan ve patatesin ihracatı bu yıl izne bağlandı. Buna karşılık üretim ve tedarikinde sıkıntı olmayan soğan ve patateste üretim girdi maliyetlerindeki artıştan dolayı fiyatlar yine yükseldi. Martta patates yüzde 30,39, kuru soğan ise yüzde 11,43 zamlandı. Salgın tehdidiyle fiyatı en çok yükselen gruplardan birisi olan sağlık harcamalarında enflasyon artışı yüzde 2,78 olmasına karşılık, sepetteki ağırlığı düşürüldüğü için enflasyon artışına etkisi sadece 0,08 puanda kaldı! Oysa bu gruptaki kalemlere bakıldığında ilaçlar yüzde 6,85, maske gibi tıbbi malzeme ve diğer sağlık ürünlerinin fiyatları bir ayda yüzde 3,79 yükselmiş. Yani insanların salgın nedeniyle bütçelerinden sağlık harcamalarına ayırdıkları pay artmış, fiyatlar yükselmiş ama sepetteki ağırlık düşürülünce vatandaşın ödediği bu yüksek bedeller enflasyona yansımamış!
Salgın sürecinde adeta patlama yapan online alışveriş ve e-ticaret kapsamında, kargo ve koli taşımacılık hizmetlerindeki aylık fiyat artışı da yüzde 15,47 olmasına karşılık sepet ağırlığı düşük olduğundan dolayı enflasyona yansıması yine 0,08 puan.
Mart ayı genelinde benzin fiyatlarında yüzde 14,3, mazotta yüzde 9,90 oranındaki gerilemeler, ulaştırma hizmetleri grubundaki aylık enflasyonu da yüzde 1,91 aşağı çekmiş görünüyor. Bu da aylık TÜFE’nin 0,29 puan daha düşük çıkmasına katkı sağladı.
AVM’lerin ve mağaza zincirlerinin kapanması, giyim, ayakkabı harcamalarını neredeyse durdurmuş görünüyor. Aynı şekilde, ülke çapında Cumhurbaşkanlığı kararıyla faaliyetleri durdurulan 150 bine yakın kafe, lokanta, bar, restoran, kahvehane, nargile kafe vb. yanında turizm sektörünün dibe vurmasıyla, lokanta-otel-yeme-içme ve konaklama hizmetleri kalemindeki harcamalar da gerileyince bu kalemdeki aylık enflasyon artışı da sınırlı kaldı.
TÜİK’in Mart ayı enflasyon verilerini enflasyon sepeti ve mal-ürün-hizmet kalemleri bazında değerlendirdiğimizde toplum sağlığını ve yaşamını tehdit eden koronavirüs aksine enflasyona ‘yaramış’ görünüyor!
Pek çok kalemde tüketim, talep ve harcamaların durması, çoğu sektörün faaliyetini durdurmasıyla, yoğunluk gıda-sağlık üzerine odaklandı. Ancak bu harcama grubunun enflasyon sepetindeki ağırlıkları düşürüldüğü için de aylık enflasyon yüzde yarım artarken, yıllık enflasyon geriledi. Bu tabloya baktığımızda salgın tehdidi devam ettiği ve alınan önlemler de 2-3 ay daha sürdürüldüğü takdirde enflasyonda önemli düşüşler yaşanabilir, tek haneli enflasyon bile görülebilir. Tabii, çarkları duran, insanların eve kapandığı, harcamaların sadece iki alana yoğunlaştığı bir ekonomide, tek haneli enflasyonla övünülebilir mi sorusunun da yanıtlanması gerekir.
Kaldı ki faaliyeti duran, kapanan işyerleri, sayıları hızla artan karantina bölgeleri, seyahat ve sokağa çıkma yasakları nedeniyle TÜİK, önümüzdeki aylarda pek çok ülkede olduğu gibi sahadan veri toplamakta, fiyat derlemekte zorlanacaktır. O nedenle gelecek aylarda doğrudan kâğıt üzerinde hesaplanarak açıklanacak daha düşük enflasyon verilerini tartışmaksızın kabullenmek durumunda kalabiliriz.
İhracattaki sert gerileme, cari açık tablosunda kötüleşmeyi hızlandıracak. Bu süreçte dış ticaret tablosunun ve ödemeler dengesi bilançosuyla döviz açığı makasının kötüleşmesi kaçınılmaz!
Mart ayında yüzde 18’e düşen ihracat son yıllardaki en büyük daralmalarından birini yaşayarak aylık bazda 12,7 milyar dolara indi. Buna karşın ithalatta daralma yüzde 1,9’la kaldı ve aylık ithalat tutarı 18 milyar düzeyinde gerçekleşti. Böylece mart ayı dış ticaret açığı geçen yılın aynı ayına kıyasla yüzde 144 artışla 5,3 milyar dolara ulaştı. Açıklanan bu rakamlar, kur şoku yaşadığımız Ağustos 2018’den bu yana geçen sürede en yüksek tutarlı aylık dış ticaret açığını gösteriyor. Dolayısıyla Türkiye’nin başlıca ihracat pazarlarındaki (AB ülkeleri) talep krizi ve daralmadan, birim ihracat gelirinin düşmesinden de öte ağır sorunlarla karşı karşıya olduğumuz görülüyor.
İhracat gelirlerimizin azalmaya başlaması ülkemizin döviz likiditesi ve varlıkları açısından ortaya çıkan ciddi bir sorun. Bir başka önemli sorun ise son iki yıldır görülen eğilimin aksine bu kez ortaya çıkan dış ticaret açığı artık ödemeler dengesi bilançosunu ve cari açığı daha sert vurmaya başlayacak. Birkaç ay öncesine kadar övünülen cari fazladan söz edilemeyeceği gibi döviz açığımız da hızla büyüyecek.
En düzenli ve sağlıklı iki döviz geliri kalemindeki (İhracat-Turizm) sıkıntılı tabloyu daha da ağırlaştıracak bir başka sorun, vadesi gelen dış borç ödemeleri: Nisan ve Mayıs aylarında yapılacak 16 milyar dolarlık dış borç geri ödenecek!
Yapılacak 16 milyar dolarlık geri ödeme mecburiyetine karşılık hem bu borcu ödemek hem de borcu çevirmek için yapılması gereken yeni dış borçlanma yükselen ülke risk puanı (CDS) nedeniyle zorlaşıyor! Borç bulunsa bile maliyetin olağanüstü düzeyde olacağını şimdiden söyleyebilirim.
Ayrıca Türkiye’nin önemli girdilerin ithalatını yaptığı ülkelerin pek çoğu, Türkiye’ye yaptıkları satışlarda mevcut risk artışından ötürü vadeleri kısaltırken, büyük bölümü ise nakit ve peşin ödeme sistemine geçmiş bulunuyor. Bu da artan ülke risk puanından ötürü ülkemizin gerekli ithalatları yapabilmesini, dış borç bulmasını güçleştiren diğer unsurlar.
Diğer yandan petrol fiyatlarındaki düşüşten şu ana kadar kur artışları nedeniyle fazla yararlanamayan, aksine akaryakıt fiyatlarına bir gün zam bir gün indirim yapmak durumunda kalan Türkiye’nin petrol faturası ABD’nin Rusya ile Suudi Arabistan’ı anlaşmaya ve petrol üretimlerini kısarak fiyatları artırmaya zorlaması nedeniyle yeniden kabarabilir. Tüm bu sıraladığım nedenler, Türkiye’nin döviz gelirlerinin ihracat ve turizmdeki süreçler nedeniyle azalacağı bir dönemde, ithalat, dış borçlanma, borç geri ödemeleri için ihtiyaç duyacağı dış kaynağı, dövizi bulmakta zorlanacağı bir aşamaya geçtiğini göstermektedir. Bu da giderek MB’nin kurları kontrol etmesinin güçleşeceğini, TL’nin değer kaybının ve kurlardaki yükselişin hızlanacağını, dövize yönelişin ve dövizin banka sistemi dışına kaçışının hızlanacağını işaret etmektedir.
Böyle bir süreç iktidarı kambiyo rejimi kısıtlamalarına, döviz piyasalarını kontrole almaya yöneltebilir, mecbur bırakabilir. Muhtemelen yabancı sermaye kaçışları ve yurttaşların bankalardaki döviz mevduatı çekişlerini hızlandırmalarının arkasında da böyle bir endişe olabilir. Kontrollü kambiyo rejimine geçiş aksine döviz karaborsası ve ikili kur sistemine neden olacağı gibi Türkiye ekonomisini çok daha ağır ve zorlu durumlara sokabilir!
Korona salgını her geçen gün insani ve ekonomik hasarları büyüttü. İstihdamdaki daralma, “işsizlik artışı” boyutuyla, en çok çalışanları ve işsizleri vurdu!
Salgınla mücadele için alınan ilk kararlarla kamu kurumları esnek çalışma sistemine geçerken, ikinci önlem kararlarında Cumhurbaşkanı tarafından özel sektöre de esnek çalışma modeline geçiş tavsiyesi dile getirildi. Cumhurbaşkanlığı Genelgesi kapsamında memurların büyük bölümü ya evden çalışıyor ya da belirli günler de dönüşümlü olarak işe giderken maaşlarında herhangi bir düşüş ya da kesinti olmayacak. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre toplam istihdam yüzde 57’si hizmetler sektöründe olmak üzere 28 milyon kişi. Ancak toplam çalışan ve istihdam sayısı içinde kamu çalışanları 4,6 milyon kişiyle altıda bir düzeyinde.
Yani istihdamın yükü ağırlıkla özel kesim tarafından üstlenilmiş durumda. Bu kesimde istihdamın korunması için getirilen önlem ise esnek çalışmaya geçiş tavsiyesi ve başvuran işyerlerin işsizlik fonundan kısa süreli çalışma ödeneği ödenmesi. İşyerlerinin bu ödeneğe başvurabilmesi için de çalışanlarının kayıtlı ve SGK’lı olması şart. Şu ana kadar 10 bin işyerinin 420 bin çalışan için kısa çalışma ödeneği başvurusu yaptığı açıklandı. Bu sayının daha da artacağı kesin. Ancak pek çok özel sektör işyeri, küçük işletmeler, KOBİ’ler çalışanlarını ücretsiz izne çıkarttılar. Hatta THY bile bin pilotu ücretsiz izne gönderdi. Dolayısıyla kısa çalışma ödeneği, salgın nedeniyle kapanan, faaliyeti durdurulan, üretime ara veren özel sektör işyerlerinin sonunu çözmekten uzak. Öncelikle kısa çalışma ödeneğine başvurulabilmesi için çalışanın SGK’lı olması son 3 yıl içinde 450 iş günü prim ödemiş olması ve bunun da son 60 gününün kesintisiz çalışma olması şartları aranıyor. Pek çok çalışan bu şartları taşımıyor. Kapsama giremeyen çalışanlara devlet maaş ödemediği için de işverenlerce işten çıkartıldıkları belirtiliyor.
Kaldı ki şartlar tutsa bile şimdi İş Müfettişleri öncelikle bu binlerce başvurunun şartlara uygun olup olmadığını inceleyecek. On binlerce başvuru muhtemelen 2-3 ayda sonuçlandırılacak ve ödeme yapılması kararları çıkacak ama bu sürede başvuranlar herhangi bir ödeme alamayacak.
Toplam istihdamın yüzde 31’inin yani 9 milyon kişinin kayıt dışı istihdam ediliyor olması ve salgın nedeniyle hiçbir destek, yardım ve ödemelerden yararlanamayacak olmaları üzücüdür!
İnşaat, nakliye, ev işleri, taşımacılık gibi pek çok alanda günü birlik ve sosyal güvenceden yoksun olarak çalışan bu kişilerin büyük bölümü virüs salgını nedeniyle alınan önlemlerden dolayı işlerini kaybetti. Aynı şekilde küçük ve orta ölçekli işletmelerde kayıt dışı olarak çalışan işçiler de işten çıkartılan ilk grup oldu. Bu işsizlere son olarak 20 yaş altına getirilen sokağa çıkma yasağı nedeniyle işe gidemeyecek olan, gelirde ve aile bütçesine katkıdan mahrum kalan yaklaşık 750 bin çocuk işçiyi de ilave etmemiz gerek. Sanayide, tamircide, berber-kuaförde çırak olarak çalışan, tarımda ailesiyle mevsimlik işçiliğe giden, lokantada komilik yapan bu çocuklar için en azından doğrudan işsizlik maaşı ödenmesi kararı alınabilirdi.
Aynı zamanda gelir olarak çalışan kesimlerin en altında yer alan kayıt dışı istihdam edilenler ve çocuk işçiler, toplamı 10 milyona yaklaşan bu kişiler kayıtlı istihdamda yer almadıkları için ne işsizlik ödeneğinden ne de kısa çalışma ödeneğinden yararlanamıyor. Bir anda milyonlarca insan işsiz, parasız, günlük ekmeğini, harçlığını çıkartma imkânından yoksun kaldı.
Cumhurbaşkanlığı kararı ve İçişleri Bakanlığı genelgesiyle daha ilk gün ülke çapında faaliyeti durdurulan 149 bin küçük işletme, lokanta, restoran, kafe, bar vb. yerlere, korona salgını nedeniyle esnaf odasının aldığı karar doğrultusunda 110 bin berber ve kuaför eklendi. Usta, kalfa, çırak olmak üzere asgari 3 kişiden hesaplasanız bile 400 bine yakın kişi gelirden mahrum kaldı. Taksici esnafı tek çift plaka esasına göre dönüşümlü şekilde ayda en fazla 15 gün çalışabilecek.
Küçük esnaf gelirlerinden yoksun kalırken kira başta olmak üzere rutin giderleri işlemeye devam ediyor. Ayrıca kısa çalışma ödeneği esnafları kapsamadığı gibi bu milyonlarca kişiye açıklanan paketlerde devletin herhangi başka bir desteği de söz konusu değil. Esnafların da İşsizlik Sigortası Fonu kapsamına alınarak kısa çalışma ödeneğinden yararlanması sağlanabilir. Böylece küçük esnaf, az da olsa bir gelir desteğine kavuşarak zor günlerde ayakta kalabilir.
Türkiye’nin yeni işten çıkartmalarla birlikte daha önce hiç görülmemiş işsizlik rakamlarıyla karşı karşıya kalacağı apaçık görülüyor. Bu aynı zamanda milyonlarca kişinin daha gelirden yoksun kalması, harcama ve tüketimden çekilmesi zincirleme olarak ekonominin iyice daralması demektir.
Faaliyeti durdurulan işyerlerinde çalışanlara, kayıt dışı istihdam edilenlere, küçük esnaflara en az 3 ay asgari ücret düzeyinde doğrudan nakit gelir desteği sağlanması, Aile Sigortası’nın hızla devreye sokulması, işsizliğin yol açacağı sosyal sorunlara bugünden çözüm üretilmesi ivedilikle planlanmalıdır.