Erkan Baş: İktidar tersten Bremen Mızıkacıları’na benziyor
“Yargı, iktidarın sopasına dönüşmüş durumda. İktidar bunlarla yönetebilme hayali kuruyor bence. Tersten Bremen Mızıkacıları’na benziyor. Onlar hırsızları kovalamak için bağırıyordu. Bunlar da gerçek duyulmasın diye çok bağırıyorlar.”
Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Erkan Baş, türbanlı bir tekstil işçisini anlatıyor, “18 yıl önce sadece türbanı için AKP’ye oy verebiliyordu. Şimdi; ben türbanlıyım ama cipe binen türbanlıyla aynı değilim fikri bence fazla” diyor. Tayyip Erdoğan cezaevine girdiğinde ‘Erdoğan ile cezaevine girerim, yalnız bırakmam’ diye sıraya giren insanlar olduğunu söyleyen Baş, elindeki gücü kaybettiğinde yanında kaç kişi kalacağını merak ettiğini söylüyor. HDP ile aralarındaki farkı “Biz sosyalistiz, HDP radikal demokrat” diye anlatan Baş, yargı bağımsızlığıyla ilgili de şunları ifade ediyor: “Yargı, iktidarın sopasına dönüşmüş durumda. İktidar bunlarla yönetebilme hayali kuruyor bence. Tersten Bremen Mızıkacıları’na benziyor. Onlar hırsızları kovalamak için bağırıyordu. Bunlar da gerçek duyulmasın diye çok bağırıyorlar.”
Cumhuriyet'ten İpek Özbey, Erkan Baş ile işçi bir ailenin çocuğu olmaktan yola çıkarak kişisel hikâyesini, muhalefeti, 23 Nisan konuşmasını ve laiklik tartışmalarını konuştu.
- 23 Nisan’da TBMM’deki konuşmanız esnasında yayın kesildiğinde ne anlatıyordunuz?
Egemenliğin artık millette değil, tek adama ait olduğunu söylediğim noktada kesilmiş. İlgili kanalların yöneticilerine teşekkür mesajlarımı gönderdim. İyi ki kestiler, böylece konuşma çok daha geniş kesimlerin dinleyebildiği bir hal aldı. O konuşmayla ilgili benim için birkaç durum var. Biri, biz parlamentoda grubu olmayan partilerin söz hakkı konusunda ciddi bir mücadele veriyoruz.
- Sadece üç dakika konuşma hakkınız var ama değil mi?
Evet. 23 Nisan özel gündemli bir toplantı. Bu toplantı 80’lerin ikinci yarısı itibarıyla başlıyor parlamentoda. Başladığı günden itibaren parti tek bir vekille temsil edilse de herkesin süresi eşit. Taa ki geçen seneye kadar. İlk 23 Nisan konuşmasında, yani biz konuşacağımız zaman bu tartışma oldu. Ama 3 dakika konusunda ısrar ettiler. Tepkim 23 Nisan’da bile adaletsizlik oluşuna… İkincisi; 15 Nisan’da TBMM kapandı. Yoğun bir infaz görüşmesi trafiği olmuştu. 1-2 gün boşluk olması gerekiyordu. Ben de 10 gün boyunca o koronavirüs günlerinde sürekli Ankara’da olduğum için çocuklar ve ev nedeniyle bir günlüğüne İstanbul’a geldim, ertesi gün tekrar giderim dedim.
Tesadüfen haber aldım ki, o akşam “İşçilerin işten çıkarılması yasaklanıyor” diye kamuoyuna anlattıkları yasa geçecekmiş. Normalde yasaya göre, patronunuz sizi ücretsiz izne çıkarabilir ama işçinin bunu kabul etmesi gerekiyordu. Ancak çıkardıkları yasada işçinin onay yükümlülüğü kalktı. Fiilen işten çıkarma hakkı bu aslında. Saat 16.00’da haber geldi, akşam 20.00’de Ankara’ya yetiştim. Söz talebinde bulundum. Yine kavga dövüş söz aldım ama sabaha karşı 04.00’te ve son konuşmaydı.
- Ne demiştiniz?
Sinirlendim. “Bakın maalesef bu yasayı çıkaracaksınız, biz buna engel olamayacağız ama madende, inşaatta, tekstil atölyelerinde çalışan işçiler çalışmaya devam edecek ve ölecek. Bizim tatil yapmaya hakkımız yok” dedim. Sanıyorum bir hafta sonraydı, temasım da olan Devrimci Yapı İşçileri Sendikası’nın Avrupa yakası temsilcisi, inşaat işçisi bir arkadaşımız vefat etti. Maalesef söylediğim şey oldu ve bunun getirdiği bir öfke vardı o 23 Nisan konuşmasında. Genel olarak da şöyle bir çizgimiz var. Vekil için halkın temsilcisi denir ya, biz halkın kendisi olmaya çalışıyoruz.
- O konuşma niçin çok heyecan yarattı dersiniz?
Gerçeğin ifadesi insanların hoşuna gitti. Orada herkesin gözünün önünde “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” yazıyor ama herkes bunun böyle olmadığını biliyor.
- Sizin için “tek kişilik muhalefet” yorumları yapıldı. Muhalefetin bu noktada bir eksiği olduğunu düşünüyor musunuz?
Tabii, kesin öyle. Tercihen muhalefete muhalefet etmiyorum ama iktidarın bu adımları bu kadar kolay atmasının arkasında maalesef muhalefetin de yeterince kararlı duramamasının önemli bir payı var.
- “Şöyle davransalardı, şunu yaşamazdık” diyeceğiniz bir oturumu anlatır mısınız?
Koronadan sonra Tayyip Erdoğan’ın ilan ettiği 15 maddelik bir paket vardı örneğin. O arada Meclis’te başka bir torba kanun görüşüyorduk. Normalde ek madde gelmesi için bütün grupların onay vermesi gerekir. Maalesef onay verdiler ve 15 dakikada 15 madde çıktı. Akıl alır gibi değildi. Birtakım muhalefet vekilleriyle de tartıştım. “Yetmez ama evet”… “Biz hem patrona hem işçiye bazı haklar istiyoruz. İşçiye vermediler ama patronlara verdiler en azından. Sanayiciyi koruyalım” diye baktılar. Oysa sadece patrona ayrıcalık tanırsanız işçi ezilmeye devam eder.
- Bir yandan da yeni sistemin Meclis’i yok saydığı düşünülürse, çare ne peki?
Örneğin infaz yasasında 7-8 gün çok yoğun bir muhalefet sergilendiği için, en azından iktidarı zorladık. Toplum, o infaz yasasının arkasındaki gerçek niyeti algılayabildi. Bugünkü güç dengeleriyle biz elbette halk lehine yasalar çıkaramayız ama halk düşmanı bazı yasaların çıkmasını engelleyebiliriz, zorlaştırabiliriz. Bu arada sokaktaki muhalefetin nefes alacağı bir zemin yaratırız. Sokaktaki ve parlamentodaki muhalefet birleşirse de engelleyici bir güç haline gelebiliriz. İktidar parlamentoyu bir noter makamına çevirmek istiyor. Toplumda da maalesef bunu kabul etmiş gibi bir yaklaşım var. Muhalefetin bunu kabul etmemesi lazım. Bana göre AKP, yeni bir rejim inşa etti. Muhalefet şuna karar verecek: Ya bu yeni rejimin içine girip orada muhalefet edecek ya da bu rejimi topyekûn karşıya alıp daha kararlı bir muhalefet çizgisi geliştirecek.
- Nasıl olacak?
Bir kere sırtımızı halka yaslamalıyız. Toplumla buluşmayan, sadece parlamentoda partilerin grup başkanvekilleri, genel başkanları arasındaki ilişkiye sıkıştırılmış bir muhalefetin kazanma şansı yok. Biz Barış (Atay) ile beraber bunu yapıyoruz. Turizm işçileriyle ilgili bir yasa tartışılıyorsa atlıyoruz Antalya’ya gidiyoruz, bütün turizm işçileriyle bir toplantı düzenliyoruz. Yapılmak isteneni anlatıyoruz, onların taleplerini alıyoruz. Değişiklik önergelerini de ona göre sunuyoruz.
- Şimdi hak yemeyelim; öteki partiler de bölgelere vekillerini yollayıp bunu yapıyor zaten..
Sorun şu: ben tartıştığım için biliyorum. Mesela infaz yasası çıktıktan sonra kimlerin serbest kalacağını bilen vekil yoktu. Anlatıyorsun, “Bir konuşalım” deniyor. Sonra eller kalkıp, iniyor. Tayyip Erdoğan, milletvekilleri için şunu demişti: “Kurşun asker olmayacaklar”… Şu anda kurşun asker olmuş durumdalar. Hatta bir ara bir espri yaptık, sizin gelmenize gerek yok, elinizi bir saksıya koyup gönderseniz de olur. Saray merkezli bir yaklaşım var.
BİZ SOSYALİSTİZ, HDP RADİKAL DEMOKRAT
- Meclis’e HDP’den girdiniz, sonra Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) kurdunuz. Aranızda çok mu görüş ayrılığı vardı da siyaset artık ittifaklarla yürürken bu yola girdiniz?
Biz sosyalistiz, HDP radikal demokrat. Dolayısıyla biz zaten hiçbir zaman HDP’li olmadık. HDP bize bir ittifak önerdi. Biz aslında Gezi Direnişi’ni muazzam bir halk hareketi olarak düşünüyoruz ve Türkiye’deki sosyalist harekete büyük bir mesaj verdiğini, önemli bir sorumluluk yüklediğini düşünüyorduk: “Sosyalist hareketin kendisini yenilemesi gerekir”. TİP’in kuruluşunun temel referansıydı. Kuruluş çalışmaları Mart 2018’de başladı. 17 Nisan’da Bahçeli erken seçim çağrısı yaptı, çok hızlı bir şekilde erken seçim kararı alındı. Biz henüz partiyi kurmamıştık. HDP’li arkadaşlar bize geldiler, sizi milletvekili olarak düşünüyoruz dediler. Üç temel kıstas koyduk: Biz güçlü olduğumuz yerden aday oluruz. Seçildikten sonra ayrılırız. Seçim çalışmamızı ayrı yaparız. Amacımız aynı zamanda HDP’ye de faydalı olmaktı. HDP’nin mutlaka barajı geçmesi gerekiyordu. Bu kadar büyük bir gücün parlamento dışında kalmaması gerektiğini düşünüyorduk. Ayrıca TİP, ta 1960’lardan bu yana Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte mücadele etmesi gerektiğini savunan bir parti. Ama biz HDP’li olmadık.
- Kürt meselesine bakışınız aynı mı mesela?
Güncel olarak bakarsak, ortaklaştığımız konular var. Bu iktidar genel olarak halk düşmanı politikalarının sivri ucunu Kürt düşmanlığı olarak tarif etmiş durumda. Ben AKP’ye baktığımda Türk, İslamcı, erkek bir iktidar kurgusu olduğunu düşünüyorum. Alevilere yönelik de aynı davranışı sergilediğini, Sünni Müslüman kesim içinde taban genişletme içerisinde olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de Kürt halkının ezildiği, eşit yurttaşlık talebinin karşılanmadığı gibi temel başlıklarda ortaklaşıyoruz.
- Nerede ayrışıyorsunuz?
Biz daha ortodoks Marksist bir çizgide bir işçi sınıfı iktidarını savunuyoruz. HDP daha çoğunlukçu, radikal demokrat bir ideolojik politik hatta sahip. Ortak düşmana karşı beraber mücadele etmesi gereken dost iki partiyiz.
- Sizin seçmeniniz kim?
Esas olarak devrimcilerden, sosyalistlerden oy alıyorduk ama sanıyorum bu parlamento süreciyle beraber sesimiz daha geniş kesimlere ulaşmaya başladı. Esas organik ilişki kurmak istediğimiz işçi sınıfı, emekçilerle buluşmaya başladık. Bizim açımızdan sevindirici olan, “gri yakalı’ diye tarif ettiğimiz kesimle bağımız oluştu.
- “Gri yakalılar”ı biraz açalım...
Eğitimli işgücü… Beyaz yakalı çalışıyor ama mavi yakalı gibi yaşıyorlar. Türkiye’de siyasetin temel problemi. Siyaset bir zengin uğraşı olarak görülüyor. Oysa bir virgülün yerinin değişmesi bir insanın emekliliğini 10 yıl etkileyebiliyor. Bir kelimenin başka türlü yazılması, sizin çocuğunuzu okula göndermek için dünyanın parasını kazanmanıza gerektiriyor. Milyonlarca insanın hayatını etkiliyor ama “Siyaset pis bir iş” deniyor. Bizim temel mücadele alanımız bu. İşçinin, öğretmenin, öğrencinin, sokaktaki insanın siyasetteki belirleyici kuvvet olmasını istiyoruz. Dayanışma ağları kuruyoruz, sendikal faaliyetlere önem veriyoruz. Parti binası yerine dayanışma merkezi açıyoruz.
- Orada nasıl faaliyetler yürütülüyor?
Mesela “Fazlaysa bırak, ihtiyacın varsa al” diye bir uygulamamız var. Şu anda insanların en çok ihtiyacı olan şey. Yiyecek ekmeğe ihtiyacı var insanların. Geçen hafta bütün dayanışma ağlarında siperlikler ürettik. Üç gün önce sokakta yaşayan insanlara yemek dağıtıldı. İktidar bir sadaka kültürü yerleştirmeye çalışıyor. Biz buna karşı çıkıyoruz. Yukarıda yüce bir güç var, siz avuç açacaksınız, o size sadaka verecek. Biz bunun yerine eşitlerin dayanışması dediğimiz yatay örgütlenmeyi hayata geçiriyoruz. Biz birbirimize yardım ediyoruz.
- Dayanışmadan söz etmişken CHP’li belediyelerin yardımlarının engellenmesini de konuşmak gerekiyor...
Yerel seçimlerden önce ne diyorlardı, hatırlayın. CHP belediyeleri alırsa topluma hiç yardım gelmeyecek, bütün yardımlar kesilecek diyorlardı. Şimdi iktidar yol verse, bu söylediğinin yalan olduğu ortaya çıkacak. CHP’nin de herkese, hatta onlardan daha adil biçimde yardım ulaştırdığı ortaya çıkacak. Bunu engellemeye çalışıyor. Ellerinde devletin asker gücü, polis gücü, medya gücü var. Yargı iktidarın sopasına dönüşmüş durumda. İktidar bunlarla yönetebilme hayali kuruyor bence. Tersten Bremen Mızıkacıları’na benziyor. Onlar hırsızları kovalamak için bağırıyordu. Bunlar da gerçek duyulmasın diye çok bağırıyorlar. Bütün bunlar yaratıcılığı geliştiriyor. Örneğin Adana’da bedava ekmek veremezsin dediler, Başkan 5 kuruşa dağıtıyorum dedi. Muhalefet, “İktidar bize yaptırmıyor” diye bakmamalı, yapmanın yollarını bulmalı. Bunun için halka yaslanmak temel mesele. Biz bunu siyasetin merkezine yerleştirmek istiyoruz.
‘GERÇEK YENİ’ ARANIYOR
- “Nişantaşı”nda oturan, hiç HDP seçmeni olmayacak seçmenin gidip Selahattin Demirtaş’a oy verdiği seçimi hatırlayın. Bu seçmen hareketi bir sonraki seçimde sizin partinize yönelir mi?
Bence çok kuvvetle. Şunu kabul edelim, Selahattin Demirtaş’ın çok özgün katkıları oldu. Aşağı yukarı aynı kültürden geliyoruz. Selahattin de demokratik sosyalizm çizgisinden geliyor ve halkla doğrudan birlikte siyaset yapma perspektifine sahip genel başkan idi. İkincisi, şöyle bir fırsat yakaladı ve çok iyi değerlendirdi: CHP’nin Ekmeleddin İhsanoğlu gibi son derece yanlış tercih yaptığı bir noktada üçüncü bir seçenek olarak ortaya çıktı. Hemen arkasından da HDP’nin barajı aşması, AKP’yi iktidardan düşürecek bir hamle olarak ortaya çıkınca, bunları çok iyi değerlendirdi. Gezi Direnişi’nde heyecanlanan ve sokağa çıkan milyonlar iktidarı sevmiyor ama muhalefetin de kendisini temsil etmediğini düşünüyor. Gerçek bir yeni arayışı olduğunu düşünüyorum.
SOSYALİZM GELİR Mİ?
- Koronavirüs sonrası dünya tartışılıyor, tartışılırken de kapitalizmin sonu geldi deniyor. Bertelsmann Vakfı’nın Dönüşüm Endeksi’nde Türkiye “ılımlı otokrasi” olarak sınıflandırılıyor. Siz bir sosyalist olarak bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
Buradan iki şey çıkar: Biri, daha otoriter iktidarlar. Kapitalizm geldiği noktada ancak otoriterleşerek yoluna devam edebilir. Siz insanların işini, eğitim hakkını, geleceğini elinden aldığınızda ancak sopayla yönetebilirsiniz. Bence buradan otoriterleşmeyi kuvvetlendirmeye çalışan bir eğilim çıkacak. Türkiye’deki iktidarın temel yönelimi bu. Ama ikincisi, bunun çare olmadığını gören, sizin de ifade ettiğiniz dayanışma kültürü, parayı değil, insanı merkeze alan sosyalizm diye adlandırdığımız yeni bir hayatın uç vermesi mümkün. Ancak, dünya buradan kendiliğinden bir sosyalizme, komünizme doğru gitmez. İktidarlar bunu engellemek için her şeyi yaparlar. Dünyayı değiştirecek olan insanın bilinçli müdahalesidir. Bu olmazsa felakete doğru gidiyor. Hepimiz kendi kaderimizi elimize almak durumundayız ki hayal ettiğimiz güzelliklere ilerleyebilelim.
DİNDAR SEÇMENİMİZ VAR
- Laiklik tartışmaları uzun süredir yapılıyor, gerginlik giderek de tırmanıyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın son açıklamaları, sonrasında Cumhurbaşkanı’nın desteği… Bu tartışmaları nasıl okuyorsunuz?
AKP ne zaman sıkışsa bunu yapıyor. Ne zaman sıkışsa tartışmayı din eksenine kaydırıyor. Türban istismarıyla, yoksul, emekçi insanların masum dini duygularını kullana kullana bu günlere geldiklerini kendileri de biliyor. 18 yıllık iktidarına rağmen hâlâ bir mağduriyet yaratmak üzere eline geçen her fırsatı değerlendiriyor. İşe yarıyor mu, artık çok değil. Örneğin türbanlı bir tekstil işçisi AKP’nin ne olduğunu görüyor. 18 yıl önce sadece türbanı için AKP’ye oy verebiliyordu. Ama şimdi, ben türbanlıyım ama cipe binen türbanlıyla aynı değilim fikri bence fazla. Bize dönük ilgiden de görüyorum. İktidarın komünistlere karşı en temel silahlarından biri din düşmanı olduğu algısıydı.
- Dindar seçmeniniz var mı?
Var, çok fazla var. İktidarın en öcü gösterdiği kesimlere bile ulaşıyorsa bu tepkiler, bizimle buluşuyorsa bunun önemli olduğunu düşünürüm. AKP aklı, Saray ve Saray etrafına sıkışmış durumda. Daha önceden Fethullahçılarla falan ittifakının da esprisi buydu. AKP’nin aklını Zaman gazetesi simgeliyordu. Bana göre ne kadar içi boş olsa da görüntüde vizyon sahibi akıl üretiliyordu. Şimdi galiba Yeni Akit’e daraldı. Ben mesela Tayyip Erdoğan’ın dünyanın en yalnız insanı olduğunu düşünüyorum. Sarayına sıkışmış durumda. Meclis’e gelmemesini eleştirirken, gelemiyor oluşunu da vurgulamak istedim aslında. Etrafında nemalanan bir topluluk var, gerçekten güvenebileceği biri olduğunu düşünmüyorum. Tayyip Erdoğan cezaevine girdiğinde “Erdoğan ile cezaevine girerim, yalnız bırakmam” diye sıraya giren insanlar vardı. Şimdi elindeki gücü kaybetsin, yanında kaç kişi kalacak çok merak ediyorum. Şimdi dost bildiklerinin hepsi onun elindeki güce dost.
BABAM YAPTIĞI EVE GİREMEDİ
- Biraz da kişisel hikâyenizi konuşalım.
1979’da Berlin’de doğdum. Babam 1974’te Almanya’ya giden işçilerden. Göçmen, Boşnak bir aileyiz. Dedem, babaannem, anneannem, üç dayım, bir teyzem, üç amcam, babam, annem, kız kardeşlerim hepsi işçi. Almanya’da bir Türk işçisinin çocuğu olunca aile temel olarak sizi okutmak istiyor doğal olarak.
- İşçi haklarının peşi sıra gitmenizde aileniz ne kadar etkili oldu? O ana gidelim: Ne zaman “Ben burada duracağım” dediniz?
Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın çok önemli bir yeri var. Onlara hayranlıkla başlıyor aslında. Benim için bu mücadelede geri dönülemez dediğim günü de hatırlıyorum. Babam 1974’te Almanya’ya gitmiş. Ben 1979’da doğdum, 1985’te Türkiye’ye geldim ilkokula başlayınca. Babam Almanya’da kaldı. Yılda 3-4 ay biz gidiyoruz, 3-4 ay babam geliyor. Babama bir çocuk olarak sürekli “Artık kesin dönüş yap” diyorum. Babamın yanımda olmasını istiyorum. Uzun süre babam “Bu yaz kesin dönüş yapacağım” dedi. En son konuştuk, “Bu yaz kesin dönüş yapacağım” dedi ve babamı 49 yaşında kaybettik. Çok genç öldü. Bütün hayatı boyunca Alibeyköy’de bir ev yaptı. Yazın geldiği üç ayda, inşaatta dedem, amcam, biz çalışıyoruz. Babam o yaptığı eve giremedi. Biz o yaz taşındık o eve, bitti ama babam giremedi. Dünyanın adil olmadığını fark ettiğim an olarak o anı söyleyebilirim. Bir işçi düşünün, 25 yıl boyunca çalışıyor. Babam çok kuvvetli bir adamdı. Metal işçisi aslında. 8 saat bir fabrikada çalışıyor ama para yetmiyor. Çünkü o evi bitirecek ve Türkiye’ye dönecek ya, işten sonra 8 saat de kaçak olarak inşaatlarda çalışıyor. Böbrek yetmezliğinden ölüyor. Bu adaletsizliği doğrudan kendiniz yaşadığınızda dönülmez nokta oluyor. Eğer dünyayı ve ülkeyi düzeltmek istiyorsak en çok ezilenlerin, yok sayılanların yükseltilmesi tek çıkış yoludur diye düşünüyorum. Hep devrimciydim ama “o an”ı soruyorsanız, budur.
- Politik biri miydi?
Hayır, hiç. Hayatında bir kez oy kullanmış bir işçidir. Hiç politika konuştuğumuzu da hatırlamıyorum.
50 GÜNDE İŞÇİLER İÇİN NE YAPTINIZ?
- “Virüs zengin-fakir tanımıyor” diyoruz ama tanıyor galiba… Koronavirüste işçilerin feda edildiğini düşünüyorsunuz…
Virüs tanımıyor da iktidar tanıyor. DİSK’in bir raporu var. Covid-19 vakası işçiler arasında 3.8 kat daha fazla görülüyor. 20 yaşından küçükler dışarı çıkmasın diyorsunuz ama 20 yaşından küçük bir işçiyseniz özel izinle çalışıyorsunuz. Meclis’te AKP Grup Başkanvekili’nin yüzüne bakarak söylediğim ve yalanlanmadığı için basına da rahat rahat söylüyorum; ilk sokağa çıkma yasağının ilan edildiği gün Antep’te organize sanayi bölgesinde AKP İl Başkanı’nın fabrikasında çalışan işçiler işe gelsin diye valilikten özel izin alındı. Bu kadar net bir sınıfsal ayrımı var iktidarın. Basit bir soru soruyoruz, bu 50 günde işçiler için ne yaptınız? Tek bir şey yok!
- Üç ay işten çıkarma yasağı var ama işçi çıkarıldı mı?
Tabii ki. Resmi işsizlik yüzde 14 gibi bir rakamdı. Bizim iktisatçıların yaptığı araştırma haziran itibarıyla yüzde 25’lere çıkacağı yönünde. Kadıköy’de ilk sokağa çıkma yasağında 5 bin kişi işsiz kalmıştı. Bir de göçmen işçiler var, kayıt dışı çalışanlar. Virüsü yeneceğimize inanıyorum ama ekonomik yıkımı nasıl halledecekler? Ben talepte bulunuyorum ama şunu da biliyorum: Parayı bitirdiler. İhtiyat akçesi çok tipik bir örnektir. Kefen parasını harcamayın dedik, seçim yatırımında bitirdiler. İktidarın yanıtlaması lazım. Her ay elektrik faturasını ödemekte zorlananlar, üç faturayı birden nasıl ödeyecek? Evinde iki çocuğu olan işsiz bir baba, “Eve çocuklar uyuduktan sonra giriyorum, uyanmadan çıkıyorum, ya benden bir şey isterse ne yaparım” diyor. Bu, kısa süreler idare edilebilir belki ama sonra?
İKTİDARIN DEDİĞİ GİBİ DEĞİL, İŞÇİNİN İSTEDİĞİ GİBİ KUTLANIR
“Taksim Meydanı’nda bir inşaat var, orada işçiler çalışıyordu. 10 binlerce işçiyi temsil eden 25-30 sendika yöneticisi 1 Mayıs kutlaması yapmak istiyor. Bunu engelliyorsunuz ama binlerce işçiyi sosyal mesafe falan dinlemeden çalıştırıyorsunuz. Çalışmaya yasak yok, bayramlarını kutlayacakları zaman yasak! Zaten arkadaşlarımızın sağlığını düşündüğümüz için miting yapmak niyetimiz yoktu. Yoksa bu ülkede 130 yıldır, 1 Mayıs’lar iktidarın istediği gibi değil, işçinin istediği gibi kutlanır. Ne oldu, işçi düşmanı yüzleri ortaya çıktı.”
NEDEN ERKAN BAŞ?
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bilim Tarihi Bölümü mezunu. Bir süre İTÜ’de İnsan ve Toplum Bilimleri’nde misafir öğretim görevlisi olarak bulundu. Türkiye Komünist Partisi’nde genel başkanlık yaptı, 2018 seçimlerinde HDP’den milletvekili seçildi, sonra ayrılarak Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) kurdu. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda TBMM’de hararetli bir konuşma yaparken birden yayın kesiliverdi, ancak tamamı sosyal medya aracılığıyla yayılınca bu kez daha da geniş kitlelere ulaştı, adeta bir fenomen oldu, bize de buluşup sormak kaldı.