İHD'den İstanbul Radyosu önünde 12 Eylül protestosu: Ne darbe ne diktatörlük

Abone ol

İnsan Hakları Derneği İstanbul şubesi, 12 Eylül darbesinin 40. yılında, darbenin ilk duyurulduğu TRT Radyosu binası önünde basın açıklaması yaptı. Açıklamada, "12 Eylül'ün 40. yılında ne darbe ne diktatörlük" denildi.

12 Eylül darbesinin 40. yılında İHD İstanbul Şubesi, TRT İstanbul Radyosu önünde basın açıklaması yaptı. İHD İstanbul Şubesi Başkanı Gülseren Yöreli, “15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen ve iki yıl süren OHAL ile 12 Eylül’ü daha da pekiştirildi”dedi.

‘İNSAN HAKLARI, DEMOKRASİ, BARIŞ HEMEN ŞİMDİ’

Gazete Duvar'ın haberine göre İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Gülseren Yöreli’nin 12 Eylül darbesinin 40. yılında okuduğu basın açıklamasından başlıklar şöyle:

TRT’DEN DUYURULMUŞTU: Buradayız, çünkü her tür darbeye ve otoriterleşmeye karşı mücadelede hafızanın önemini biliyoruz. Ağır bilançosunu aşağıda paylaştığımız 12 Eylül darbesi sabah 03.00’de buradan, TRT’den duyurulmuştu. Üzerinden tam 40 yıl geçti. 82 tarihli darbe anayasası halen yürürlükte ve darbe anayasası ile hayatımıza sokulan darbe kurumları halen iş başında. 12 Eylül darbesine karşı olmakla övünen, kısmi anayasa değişikliklerine imza atan ve 12 Eylül’ü tamamen ortadan kaldıracağını söyleyen AK Parti, uzun iktidar dönemi boyunca 12 Eylül’le hesaplaşmasını göstermelik bir yargılama ile sınırlamakla kalmadı, ’15 Temmuz darbe girişimi’ sonrasında ilan ettiği ve iki yıl süren OHAL ile 12 Eylül’ü daha da pekiştirdi, 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa değişikliğinin hayata geçirilmesi ve 31 Temmuz tarihinde yürürlüğe giren 7145 sayılı torba kanun ile OHAL’i ve darbe koşullarını süreklileştirdi. Bugün rejimin darbe ve OHAL koşullarını aştığından, giderek otoriterleştiğinden söz ediyoruz. Nitekim; ihtiyaç, bu OHAL koşullarından uzaklaşılarak insan haklarından yana bir normalleşme iken, geçen bir yılda tersine bir seyir yaşanmış, yeni Bekçiler Kanunu, Çoklu Baro Yasası, Sosyal Medyaya Sansür Yasası, Ceza İnfazında eşitsizliği derinleştiren yasal düzenleme hayata geçirilerek ‘süreklileştirilmiş OHAL’ koşulları da aşılmış, rejim giderek otoriter bir karaktere bürünmüştür. Kadın cinayetlerinin durdurulamaz aşamaya vardığı bugün, kadına yönelik şiddetin önlenmesinde uluslar arası ölçekte öneme sahip İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma tartışması bile tek başına bu gidişatın vahametini göstermektedir. Anayasa ve yasalar dahil, hukuk normlarının dahi bağlayıcılığı yok sayıldığından, hak ve özgürlükler karşısında siyasi iktidarı durduracak, denetleyecek bir güç kalmamış, halk hukuk güvenliğinden yoksun bırakılarak keyfiyet/hukuk dışılık hakim kılınmıştır.

REJİM OTORİTERLEŞİYOR: Korona virüsü salgını bu süreçte otoriterleşme yönünde atılan adımların toplumun gözünden kaçırılmasına imkan olarak kullanılmış, can derdine düşen toplum bu tür gelişmeleri izleyemez hale gelmiştir. Geçen yıl ‘Tablo net; OHAL’in adı gitti kendisi süreklileşti ve 12 Eylül devam ediyor’ demiştik. Bu gün, rejimin bir adım daha ileri giderek otoriterleştiğini söylüyoruz. Ve bir defa daha hatırlatıyoruz: Darbeleri önlemek için yapılması gereken bellidir; darbe kurumlarını kapatmak, darbecileri ve bu vesile ile işlenen her tür suçu cezalandırmak, hak ve özgürlükleri evrensel ölçülerde genişletmek, baskıdan kurtarmak, demokratik ve özgürlükleri esas alan bir anayasa yapılması, hak ihlallerine neden olan yasaların ve sonuçlarının kaldırılması, demokratikleşme yanında barışı sağlamak ve kurumsallaştırmak. AK Parti iktidarı otoriterleşme yolundaki adımlarına rağmen darbe karşıtı olduğunu söylemekten vazgeçmiyor. O halde, 12 Eylül’e ve darbelere karşı olduğunu kanıtlamaya çağırıyoruz. Darbelere de otoriterleşmeye de hayır! İnsan hakları, demokrasi, barış hemen şimdi!”

12 Eylül’ün yarattığı tablo

İHD’nin 12 Eylül, iki yıllık OHAL ve sonrasında çıkarılan ve OHAL’i süreklileştiren 7145 sayılı yasaya ilişkin süreç ve yaşanan hak ihlallerine ilişkin açıkladığı tabloda şu bilgilere yer verildi:

“Darbe 12 Eylül 1980’de ilan edilmiş ve 1982 darbe anayasası ile de kurumsallaştırılmıştı. 1983 yılında kurulan Bülent Ulusu hükümeti ve sonrasında kurulan hükümetler darbeci zihniyetin ve darbe uygulamalarının aracı olmuşlardı. 19 Temmuz 1987 tarihine kadar sıkıyönetim devam ettirilmiş ve sonrasında 1983 tarihli Olağanüstü Hal Kanunu uygulamaya konularak, 30 Kasım 2002 yılına kadar da zaman zaman bölgesel uygulanmış olsa da kesintisiz OHAL uygulaması ile hak ve özgürlüklerimize yönelik saldırılar ve gasplar sürdürülmüştü.

2002 yılında demokrasi ve insan hakları diyerek hükümet olan AKP ise 12 Eylül’e ve darbelere karşı olmakla övünmekten hiç vazgeçmemiş ama 82 darbe Anayasası, YÖK, MGK gibi 12 Eylül kurumlarını kaldırmak için anlamlı adımlar atmaya yanaşmamıştı. Uluslararası baskılar ve toplumun demokrasi, özgürlük ve barış taleplerinin baskısıyla zaman zaman darbe anayasasını tamamen değiştirme, darbecileri lanetleme gibi söylemlere yönelmişse de bu söylemlerin sözden öteye geçemeyeceğini de 12 Eylül davası açıkça göstermişti. Anayasanın 15. maddesinin kaldırılması ve darbecilerin yargılanmasının önünün açılması sonucunda; bir anlamda ‘dağ fare doğurmuş’, göstermelik bir dava açılarak, darbecileri mahkeme salonuna bile getirmeden 7 yıldızlı otellerde ağırlayarak ve milyonlarca mağduriyeti bir davaya hapsedip üstüne zamanaşımı zırhını geçirerek darbecileri korumuş, davayı siyasi çıkar amaçlı bir gösteriye dönüştürmüştü hükümet.
Oysa 12 Eylül darbesi sürecinde işlenen insanlığa karşı suçlar vardı. Alelacele ve adil yargılanma ilkelerine riayet edilmeden yapılan yargılamalarla:

-517 kişiye idam cezası verilmiş ve 50’si infaz edilmişti.
-300 kişi “kuşkulu” bir şekilde ölmüş 171 kişinin ‘işkenceden’ öldüğü belgelerle kanıtlanmış, 11 kişi gözaltında kaybedilmişti.
-1 milyon 683 bin kişi fişlenmiş, 650 bin kişi gözaltına alınmıştı.
-14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarılmış, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitmek zorunda kalmış, 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atılmıştı.
-937 film ‘sakıncalı’ bulunduğu için yasaklanmış, 23 bin 667 derneğin faaliyeti durdurulmuş, sırf İstanbul’da 300 gün gazetelerin çıkması engellenmişti.
-31 gazeteci tutuklanmış, 300 gazeteci saldırıya uğramış ve 3 gazeteci öldürülmüştü ve tam 49 ton gazete, dergi ve kitap, sakıncalı olduğu iddiasıyla imha edilmiş, basın özgürlüğünü kısıtlayan 151 yasa çıkartılmıştı.

Göstermelik bir dava ve zamanaşımı ile üstü örtülerek tüm bu suçlardan aklandı darbeciler ve devlet. Suçlarıyla yüzleşmedi, cezasını çekmedi. Bu yüzden de hükümet; 2015 Nisan seçimleri sonrasında sokağa çıkma yasakları ile attığı adımı, 15 Temmuz sonrasında 20 Temmuz 2016 tarihinde ilan ettiği OHAL ile taçlandırdı ve ülkeyi 12 Eylül’ün ta başına döndürmekte bir beis görmedi.

20 Temmuz 2016 tarihinden başlayarak 7 kez süresi uzatılan ve 2 yıl yürürlükte kalan OHAL de arkasında ağır bir bilanço bıraktı. Bu süreçte ikisi cumhurbaşkanlığı seçimlerden sonra olmak üzere 34 Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarıldı. OHAL KHK’ları ile sadece OHAL amacı ve süresi ile sınırlı işler yapılabilecekken bu yasal sınır aşıldı ve pek çok kanunda kalıcı düzenlemeler gerçekleştirildi. OHAL uygulamaları ile telafisi imkânsız mağduriyetler yaratıldı. Bu KHK’lar ile yaşam hakkından çalışma hakkına kadar pek çok alanda temel haklar ve özgürlükler budandı, kazanılmış haklar gasp edildi. İşkence, hapishanelerde yaşanan hak ihlalleri, keyfi gözaltı ve tutuklamalar, çalışma hakkı ihlalleri, örgütlenme hakkına ve ifade özgürlüğüne yönelik ihlaller giderek arttı. Basına ve kamuoyuna yansıyan, resmi kurumların ve sivil örgütlerin raporlarından derlediğimiz bilançoya göre 2 yıllık OHAL süresince:

-125 bin 800 kamu görevlisi meslekten ihraç edildi, 20 bin dolayında memur açığa alındı.
-446 bin kişi hakkında adli işlem yapıldı. OHAL nedeniyle tutuklananların sayısı 80 bine yaklaştı, 50 bin civarında kişi adli kontrol şartı ile serbest bırakıldı.
-OHAL süresince 15 milletvekili tutuklandı, 99 belediyeye kayyım atandı belediye başkanları tutuklandı.
-174 medya ve yayın kuruluşu kapatıldı, Türkiye, gazeteci tutuklama konusunda dünyada birinci sıraya yükseldi.
-Haklarında soruşturma açılanlar ve kamudan ihraç edilenlerin kendileri ve eşlerinin pasaportlarına el konuldu.
-7 grev yasaklandı.
-Hapishanelerde mahpus haklarına ağır sınırlamalar getirildi. Sohbet, arkadaş görüşü gibi kimi haklar tamamen rafa kaldırıldı.
-OHAL mağduru 50 kişi intihar etti.
-İş cinayetleri, kadın cinayetleri ve çocuklara yönelik istismar olaylarında ciddi artışlar oldu.
-Ekonomik kriz derinleşti. İşsizlik ve yoksulluk arttı.

Bu ağır bilançoya rağmen OHAL’i sürekli hale getirecek bir yasal düzenleme, 7145 sayılı torba yasa 31 Temmuz 2018’de Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe sokuldu. Bu kanunun gerekçesinde; OHAL’in hükümete sağladığı olağanüstü yetkiler ile hak ve özgürlükler üzerindeki baskının OHAL koşullarında olduğu gibi devamını sağlamak gayesi güdüldüğü açık olarak yer aldı. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunan, kullanılamaz hale getiren, yaşam hakkı, işkence yasağı gibi temel haklara tehdit oluşturan bu yasa, açıklamanın giriş bölümünde de değindiğimiz üzere OHAL’i olağanlaştırdı ve iktidara bu kez yasa yoluyla kontrolsüz bir güç sağladı. Bu kontrolsüz güçle desteklenen iktidar bu gün, idam cezasını geri getirmeyi vaat ediyor.

Bu yasa ve hukuka aykırı idari kararlar ile Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin teminat altına aldığı hak ve özgürlükler, özellikle ifade özgürlüğü ve barışçıl toplantı ve gösteri hakkı neredeyse tamamen kullanılamaz hale getirildi. Galatasaray Meydanı’nda oturan Cumartesi Anneleri’nin eylemi 700. haftasında yasaklandı. Halen, Galatasaray Meydanı da dahil meydanlar insan hakları savunucularına, kayıp yakınlarına, adalet arayan ailelere dahi yasak. Bu süreçte, idari ve yargısal kararlarla toplumun tüm kesimleri baskı altına alındı. İşkence vakalarını artırdığı, yasa ve anayasaya aykırı olduğu bilinmesine rağmen 12 güne varan uzun gözaltı süresi uygulaması devam ediyor.

İdari kararlarla ve güvenlik soruşturması sonucunda işten atılmalar devam ediyor. Hapishanelerde yaşanan sorunlar devasa boyutlara ulaştı ve can kayıpları arttı. Kişi özgürlüğü ve güvenliğine yönelik tehditler ve ihlaller daha da görünür oldu. 80’lerden, 2020’ye kaçırılma vakalarında kullanılan araçlar beyaz Toros’lardan siyah Transporter’lara değişim göstermiş olsa da kaçırılma biçimleri, alıkonulma yerleri, uygulanan işkence yöntemleri neredeyse aynı.

Haksız yere tutuklanan milletvekilleri ve belediye başkanları halen tutuklu. Akademisyenler, hekimler, öğretmenler, siyasetçiler her an gözaltına alınma, işlerinden edilme ihtimali ile yaşamlarına devam ediyorlar. Sudan sebeplerle ve sürekli tekrar eden gözaltı ve tutuklamalarla muhalifler baskı altında tutuluyor, faaliyetleri engelleniyor.

Basın ve internet yasakları, gazetecilere yönelik baskılar devam ediyor. Halen, gazeteci tutuklayan ülkeler arasında birinci sıradayız.

Kişilerin hak ve özgürlüklerinin, can, mal, inanç ve kültürel değerlerinin hukuk kuralları tarafından korunacağına olan inanç olarak ifade edilen, hukuk kurallarının kişiler tarafından öngörülebilir olmasını ve o kuralları uygulayan idarenin işlem ve eylemlerinin de kanunlara uygun olmasını gerektiren hukuk güvenliğinin kalmadığı, adalete ve yargı bağımsızlığına inancın ortadan kalktığı bugün; Anayasa’yla, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa insan Hakları Mahkemesi kararlarıyla bağlı olmadığını açıklayan iktidar, faaliyetlerini hukuk dışı alanda sürdürüyor. Üstelik kamu görevlilerinin faaliyetleri denetim ve hesap verebilirlik dışına çıkarılarak ya da MİT mensuplarında olduğu gibi denetimleri, atamaları sadece Cumhurbaşkanına bağlanarak yargıdan güvenliğe tüm kamusal faaliyetler iktidarın eline teslim edildi. Tarih 2020 Eylül’ünü gösterirken, çıkarılan yasalar ve uygulamaya konulan politikalarla rejim kalıcı olarak otoriterleşme yolunda hayli yol almış, bu tablo hak ve özgürlükler aleyhine daha yıkıcı bir hal almış durumda.”

Alevi camiasını derinden üzen ölüm Güncel Diyarbakır'da izolasyondan kaçanlar yurtlarda karantinaya alınacak Güncel Tapu müdürlüğünde 3 personelin Kovid-19 testi pozitif çıktı Güncel Tartıştığı oğlunu silahla vurdu Güncel