Meral Akşener'den çarpıcı Kanal İstanbul açıklaması: Proje değil, düpedüz soygun planı

Abone ol

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, partisinin grup toplantısında açıklamalarda bulundu.

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, partisinin grup toplantısında açıklamalarda bulundu.

Akşener, "Bilimin tüm uyarılarına rağmen, ekonomistlerin ikazlarına rağmen, İstanbullu açıkça ‘istemiyorum’ diyorken, kime, ne söz verdilerse, ısrarla ve inatla ‘Yapacağız’ dedikleri, o ucube kanalı yapmalarına, Marmara’yı ölüme mahkum etmelerine izin vermeyeceğiz. Bu proje, İstanbul’a yeni bir ihanettir. Bu proje, milletimizin kutlu iradesine yapılan bir saygısızlıktır. Bu proje, hattı zatında, bir proje değil, düpedüz bir soygun planıdır. Buradan, o ranta göz diken, bu soyguna ortak olmaya heveslenen, yerli ve yabancı her kim varsa, onlara seslenmek istiyorum: Boşuna heveslenmeyin. Boşuna avuçlarınızı ovuşturmayın." ifadelerini kullandı.

Meral Akşener'in açıklamaları şöyle oldu:

Biliyorsunuz, Amerikan Cargill şirketi, 3 yıldır ısrar ediyordu. Nişasta Bazlı Şeker kotasının artırılmasını istiyordu. Başta biz olmak üzere, birçok kişi ve kurum karşı çıktık. Neden? Çünkü, NBŞ dediğiniz Amerikan mısırından üretiliyor. Bizde ne var? Şeker pancarı. Yani isteniyor ki, Türk’ün pancar şekeri değil, Amerikalı’nın mısır şurubu kullanılsın.

Yani isteniyor ki, Türk çiftçisi kaybetsin, Amerikan çiftçisi kazansın. Sonunda ne oldu? Bir gecede yönetmelik değişti ve NBŞ kotası, yüzde 2 buçuktan, yüzde 5'e çıkartıldı. Önce şeker fabrikalarımızı yok pahasına sattılar. Şimdi de NBŞ kotasını artırarak, çocuklarımızın sağlığını satıyorlar. Cargill’den hem mısır şurubu, hem de Tarım Bakanı ithal eden bu ucube sistemin ve onun arkasındaki bu çarpık zihniyetin özeti işte budur.

Bu çarpık zihniyet, ne milletini düşünür, ne de çocuklarının sağlığını düşünür. Bu çarpık zihniyet, işine geldiği sürece yerli, koltuk tehlikeye girene kadar da millidir. Bu kadar basit. Siz sakın ola, Sayın Erdoğan’ın 'Yerli ve Milli' nutuklarına inanmayın.

Yerlilik ve millilik, önce insanın yüreğinde olur. Önce aklında, önce fikrinde, önce zihniyetinde olur. Bunlarınki gibi, sadece sözde olmaz. Çünkü yerli ve milli olmak, tutarlılık ister. Her durumda önce millet, önce memleket diyebilmek ister. Şahsını milletinin önüne koyanlardan, yerli de olmaz, milli de olmaz.

Lafa geldiği zaman yerli ve milli olduğunu söyleyen iktidarın işi gücü yabancılara kazandırmak. İsteniyor ki Tür'k'ün pancar şekeri değil Amerika'nın şekeri kullanılsın. Türk çiftçisi değil Amerikan çiftisi kazansın.

Bu çarpık millet ne çocuklarının sağlığını düşünür ne milletini. Bunlarınki gibi sadece sözde olmaz. Yerli ve milli olmak tutarlılık ister. Şahsını milletinin önüne koyanlardan yerli de milli de olmaz.

Nitekim, sözüm ona, ultra 'Milli' olan bu arkadaşlar,son olarak, bir başka utanmazlığa daha imza attılar. Çin’in, Uygur kardeşlerimize uyguladığı soykırım karşısında sergiledikleri,utanç verici pısırıklıkları yetmemiş gibi; iimdi de, Dünya Uygur Kongresi Başkanı Dolkun İsa’nın,ikinci vatanım dediği, Türkiye’ye girişine izin vermediler. İşte size Sayın Erdoğan ve ortaklarının dillere destan yerliliği ve milliliği. İşte size, yoluna baş koyduğu İhvan kadar yerli Sayın Erdoğan ile tehditçi Çin elçisi kadar milli ortakları… Yazıklar olsun.

Ama artık bu zihniyeti tanıyoruz. Bu vicdansızlığı, bu utanmazlığı, biliyoruz. Dün millet iradesini arkasına alanların, bugün, o yüce iradeye, nasıl sırtlarını döndüğünü ibretle görüyoruz. Milletin güvenini suistimal eden bu iktidarın, Türkiye’ye verecek bir şeyi kalmadı. Koltukları için ilkelerinden cayanların, milletimize verecek hiçbir şeyi kalmadı.

Geçtiğimiz hafta Karabük’teydim. Pazartesi günü de Niğde’ye gittim. İktidarın beceriksizlikleri sonucunda Karabüklü, Niğdeli esnafımızın, çiftçimizin durumu perişan. Karabük merkezde, genç bir kardeşimin oyun kafesi varmış.

Diyor ki; 'Benim 16 aydan beri dükkânım kapalı. 2018’de, 300-400 bin lira bir yatırım yaptım, şu anda bitmiş durumdayım.' Safranbolu’da lokantacı bir kardeşim diyor ki; 'Okullar kapalı, askerler çarşıya çıkamıyor, müşteri yok. Biz nasıl geçineceğiz?' Kahveci kardeşlerim, 'Açız' diye pankart açtılar. 'Mağdur olduk, bize sahip çıkan yok' diyorlar. Yenice’de elektrikçi bir kardeşim diyor ki; 'Biz 17 gün kaldık evde ama bankalar çalıştı.

Esnafın çek-senet ödemeleri var. 1 ay ileri ötelendi ama, 1 ay sonra yine tıkandı. Geçen sene kredi aldım, 150 bin lira kredi borcum var. İş yok, müşteri yok, bunları nasıl aşacağız? Bu borcu nasıl ödeyeceğiz?' Yenice’de yerel gazeteler, muhabirler bile zor durumda. Ulukışla’da bir manav kardeşim; 'Destek için müracaat ediyoruz, kimseye bir şey vermiyorlar. Bırakın desteği, başvurumuz bile onaylanmıyor. Her şey ucu ucuna denk geliyor. Biz kasabın yolunu unuttuk' diyor.

Bor’da bir emeklimiz; 'Ben yüksek maaştan olacağım diye emekli oldum. Ama şirkette ortağım diye, bana şu an 2400 lira değil 1700 lira maaş veriyorlar. Şirketi feshedersem ben nasıl geçineceğim?' diyor. Oto Sanayi’de 84 yaşındaki Naci Abimiz ile tanıştık. 40 usta yetiştirmiş, sanayinin en eski ustası, kurucusu. O bile dertli. Diyor ki; 'Kupon arazi hâline döndü burası. Arsa olarak alıyorlar elimizden, bizi de dağın başına atıyorlar. Burayı bırakıp dağın başına taşınmamızı, üzerine de 100 bin lira para yatırmamızı istiyorlar.

Sayın Erdoğan daha kaç iş yerinin kepenk kapatmasın bekleyeceksin? Milletimizin çilesine daha ne kadar seyirci kalacaksın? Öyle bir yönetim anlayışı olabilir mi? Öyle bir umursamazlık olabilir mi? Öyle bir vicdansızlık ki yazıktır günahtır.

Sayın Erdoğan; sen kafanı kuma gömmekte ısrar etsen de bu dertlerin hepsi gerçek. Notlarımızı alıyoruz. Çözümleri için çalışıyoruz. Allah’ın izniyle ilk sandıkta seni gönderip, hepsiyle ilgileneceğiz. Ama bu sırada, sen sarayında sefa sürerken, milletimizin feryadı her geçen gün artıyor.

Hangi ile, hangi ilçeye gitsem vatandaş dertli. Zor şartlarda devletlerini yanlarında görmek istiyorlar, ama seslerini duyan yok. Bu insanları, daha ne kadar duymamazlıktan geleceksin? Daha kaç iş yerinin, kepenk kapatmasını bekleyeceksin? Milletimizin çilesine, daha ne kadar seyirci kalacaksın? Böyle bir yönetim anlayışı olabilir mi? Böyle bir umursamazlık olabilir mi? Böyle bir vicdansızlık olabilir mi? Yazıktır, günahtır.

Elimizi nereye atsak, kötü kokular yükseliyor, Gözümüzü nereye çevirsek, bir dümen almış başını gidiyor. İşte size bir örnek: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde, geçmiş dönemde yaşanan, AK Parti için küçük, milletimiz için ise, oldukça büyük bir yolsuzluktan bahsetmek istiyorum.

Vatan Caddesi’nde, belediyeye ait olan bir yeşil alan, bir firmaya 25 milyon liraya satılıyor. Ardından, bir düzenlemeyle, bu arsa yeşil alan olmaktan çıkarılıp, imara açılıyor.Böylece fiyatı katlanıyor. Sonra ne oluyor?Bir süre sonra aynı arsayı, aynı Büyükşehir Belediyesi, bu kez, 430 milyon liraya geri alıyor. İki kalem oynatılan bu rezalette,milletin belediyesi, yani milletin bizzat kendisi, 405 milyon lira zarara uğruyor. O para da, o firmanın cebine giriyor.

Bitiyor mu?Bitmiyor. Aynı arsa, yeni bir kararla, yeniden yeşil alan ilan ediliyor. Ve bugünkü piyasa değerine göre, fiyatı, 90 milyon lira oluyor. Şu yüzsüzlüğe bakar mısınız! Şu soyguna bakar mısınız! Milletin hazinesine çökmüş şu arsızlığa bakar mısınız!

Durum ortaya çıkınca, Millet İttifakı’nın Büyükşehir Belediyesi hemen suç duyurusunda bulundu. Şimdi söz yargının. Milletin hakkını-hukukunu savunacak, bu yolsuzluğun hesabını soracak, onurlu savcı ve hakimleri göreve çağırıyoruz. Süreci yakından takip edeceğiz. Milletimizin helal parasının, bu haram düzeninin yandaşlarının cebine inmesine, izin vermeyeceğiz.

AK Parti iktidarı, Türkiye’yi her alanda beladan belaya savururken,biliyorsunuz, Marmara Denizi de bir felaketle boğuşuyor. Müsilaj adı verilen deniz salyası, Marmara’daki deniz yaşamını ve kıyılarımızı tehdit ediyor. Bir şeyin altını özellikle çizmek istiyorum: Bu bela yeni değil. İlk olarak 2007 yılında ortaya çıktı. Bugünküne göre çok daha küçük boyuttaki o felaket, ancak iki yılda temizlenebildi. Peki sonra ne oldu? 2020 yılının Kasım ayında, yeniden ortaya çıktığında bilim dünyası, başta Bakanlık olmak üzere, ilgili birimleri uyardı, ‘Önlem alın’ dedi. Peki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ne yaptı?

Mayıs’ın ortalarına kadar, bu salgının sıradan bir plankton artışı olduğunu, numune almaya bile gerek olmadığını söyledi. Ama son bir haftada, musilaj kıyılarımızı sarıp, gündem olunca, nihayet Bakanlık, ‘Acil durum eylem planı’ yapmaya başladı. Onlarca bilim insanının, aylardır yaptığı uyarıya kulak asmayan Bakanlık, sustu sustu, en sonunda Sayın Erdoğan, ‘çevre bizim işimiz’ deyince, nihayet adım attı. İşe bakar mısınız?

Şu üstün liyakate bakar mısınız? Devletin bakanı, ‘Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla’ demeden işe başlayamıyor.Bilimin uyarısı yetmiyor. Vatandaşın tepkisi yetmiyor. Bu işinin ehli arkadaş, Sayın Erdoğan parmak şaklatmadan adım atamıyor.

Sen bu konunun bakanı olarak, ne işe yarıyorsun? Seni oraya, koltuk boş kalmasın diye mi oturttular? Seni o koltuğa, sağa sola git, fotoğraf çektir, bir de üstüne maaş al diye mi oturttular? Senin işin bu değil mi? Sekiz ay önce, bambaşka açıklamalarla sorunu görmezden geldiniz, bugün sırf Sayın Erdoğan parmak şıklattı diye, acil eylem planı hazırlamak yarışına girdiniz. Bir de hala, utanmadan işinizi yaptığınızı iddia ediyorsunuz. Böyle ciddiyetsizlik olur mu? Böyle basiretsizlik olur mu? Böyle bir devlet yönetimi olur mu? Ayıptır, günahtır.

Yapılan araştırmalara göre, Karadeniz’e ve Marmara’ya dökülen atıkları, yüzde 40 oranında azaltırsak, müsilaj sorunundan, ancak 6 yılda kurtulabileceğiz. İktidar farkında olmasa da müsilaj belası işte bu kadar ciddi bir sorundur.

Ve her ciddi sorun gibi, bilimle, akılla ve ciddiyetle çözülmesi gerekir. Böyle sorunlar, bir kişinin ‘Talimatı verdim’ dediği, sığ ve indirgemeci bir anlayışla çözülemez. Biz sorumlu muhalefet anlayışımız gereği işaret ettiğimiz sorunlara dair, çözüm önerilerimizi de paylaşıyoruz.

Türkiye’nin meselelerini kimin çözdüğünü değil, meselelerin çözülüp çözülmediğini önemsiyoruz. Müsilaj meselesini, iktidarın beceriksiz kadrolarına bırakamazdık. O nedenle, Marmara Denizi’ni kurutma ihtimali olan bu belaya karşı, ne yapılması gerektiğine dair de çalıştık.

Öncelikle bu sorunun, yalnızca yerel yönetimlerin yükü olmadığının bilinmesi gerekiyor. Bakanlık, zor zahmet de olsa, Büyükşehir Belediyelerimizi de dahil ettiği bir süreç başlattı. Bu adımı olumlu buluyoruz. Bunun devamında atılacak adımlar için de iktidara buradan çağrıda bulunmak istiyorum.

Marmara Denizi’ne dökülen atık suların, bir kısmı değil tamamının, ileri biyolojik arıtmadan geçmesi gerekiyor. Bunun için, merkezi yönetim olarak, hızlı bir şekilde yerel yönetimleri destekleyin. Mevcut arıtma tesislerini, bir an önce, ileri biyolojik arıtma tesislerine çevirin, gerekirse kamulaştırmaya gidin.

Vakit kaybetmeden ‘iyi tarım’ uygulamalarına geçin, gübre, kimyasal ve ilaç kullanımının azaltılmasını sağlayın. Şehir şebekelerinde, yalnızca ön arıtma yapılan suyun, park ve bahçe sulamalarında kullanılarak, denize dökülmesini kısıtlayın. Denizlerimizdeki dip hayatına zarar veren, trol tipi avcılığa karşı yaptırımları arttırın. Marmara Denizi’ne atık su döken, ve nüfusu 5 binden fazla olan yerleşimlerde, hızla, ileri biyolojik arıtma tesisleri kurun.

Karadeniz’deki kirliliğin daha fazla artmaması, Marmara Denizi’ndeki müsilajın, Ege’yi daha fazla etkilememesi için Marmara, Karadeniz ve Ege’yle etkileşimi bulunan ülkelerle Türkiye’nin liderliğini üstlendiği, ortak bir platform kurulmasını sağlayın. Deniz salyası, yalnızca ekolojiyi değil, ekonomiyi de ciddi şekilde etkileyen bir sorundur. Bu nedenle, turizm, balıkçılık, deniz ürünleri üretimi gibi birçok farklı sektöre olan etkilerini, bir an önce belirleyin,bu sektörlere dair gerekli önlemleri, süratle alın.

Sayın Erdoğan'ın daha önce 'bizim işimiz' dediğinde başımıza gelenler ortada. Bir konuda benim işim dediği anda elim ayağım titremeye başlıyor. Tansiyonum düşüyor.

Sayın Erdoğan’ın daha önce, ‘Ekonomi bizim işimiz’ dediğinde başımıza gelenler ortadayken, şimdi çıkıp, ‘Çevre bizim işimiz’ demesinden büyük endişe duyuyorum. Şayet Sayın Erdoğan’ın çevreciliği de, ekonomistliği gibiyse milletçe büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız demektir. Nitekim, çevreyi iş olarak gören bu zihniyetin, çevrecilik anlayışının da, millet bahçesi inşa etmekten öteye gidemediğini, Sayın Erdoğan’ın, ‘Dünya Çevre Günü’nde’ yaptığı, ibretlik konuşmadan anladık. Bizim için vatanın doğası kutsaldır. Dolayısıyla, doğamızı korumak ve kollamak, bizim için kutsal bir görevdir. Doğamız, topyekûn alarm verirken, bu uyarıyı duymamazlıktan gelemeyiz.

Salda Gölü’ne beton dökenlerin, kendilerini ‘Yol kenarına ağaç diktik ya…’, diye savunmalarını kabul edemeyiz. Kaz dağlarını yağmalatanların, bizi millet bahçeleriyle uyutmaya çalışmalarına sessiz kalamayız. ‘Çevre bizim işimiz!’ diyen Büyük Rizeli’nin, iflah olmaz rant sevdası için Rize’deki doğa kıyımına göz yummasını, görmezden gelemeyiz.

Gelmeyeceğiz. Sessiz kalmayacağız. Kabul etmeyeceğiz. Memleketin cennet doğası için mücadele etmeye devam edeceğiz.

Rant uğruna her şeyi mübah görenlerin devri artık bitiyor. Buradan bir kez daha ilan etmek istiyorum: İYİ Parti olarak, doğa konusunda tavizimiz yok, olmayacak. Doğayı korumak için atılan her adımın, amasız, fakatsız yanındayız, yanında olmaya da devam edeceğiz. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Bugün, Türkiye’nin her bir noktası, iktidar tarafından esir alınmış durumda. Her yerden ahlaksızlık, yolsuzluk ve hırsızlık fışkırıyor. Bu çürümenin ortasında, milletimiz geçim derdinde, iş derdinde, can derdindeyken, iktidar hala satıp savmanın, hala o beş müteahhidin kasasını doldurmanın, hala Kanal İstanbul’un derdinde. Belli ki iktidardakiler, bu milletin ekmeğine, aşına, soluduğu havaya, içtiği suya, yani hayatına kastetmişler. Belli ki, milletin umutlarını söndürmeye yemin etmişler. Ama ant olsun, şart olsun, bu ihanete geçit vermeyeceğiz! Fatih’in İstanbul’unun boğazına, o yağlı ilmeği geçirtmeyeceğiz! Marmara ölürken, deprem tehdidi ortadayken, o ihale kenelerinizin, daha fazla semirmesine müsaade etmeyeceğiz.

Bilimin tüm uyarılarına rağmen, ekonomistlerin ikazlarına rağmen, İstanbullu açıkça ‘istemiyorum’ diyorken, kime, ne söz verdilerse, ısrarla ve inatla ‘Yapacağız’ dedikleri, o ucube kanalı yapmalarına, Marmara’yı ölüme mahkum etmelerine izin vermeyeceğiz.

Bu proje, İstanbul’a yeni bir ihanettir. Bu proje, milletimizin kutlu iradesine yapılan bir saygısızlıktır. Bu proje, hattı zatında, bir proje değil, düpedüz bir soygun planıdır. Buradan, o ranta göz diken, bu soyguna ortak olmaya heveslenen, yerli ve yabancı her kim varsa, onlara seslenmek istiyorum: Boşuna heveslenmeyin. Boşuna avuçlarınızı ovuşturmayın.

Bu devran dönüyor. İlk seçimde bu iktidar gidiyor, bu saray sefası bitiyor. Şimdiden uyarıyorum; o kutlu gün geldiğinde, milletimiz yetkiyi verdiğinde, bir kuruş bile alamazsınız! Sayın Erdoğan ve AK Parti iktidarına güvenip de sakın ola, bu hukuksuzluğa, sakın ola, bu vicdansızlığa ortak olmayın. Sonra çok üzülürsünüz. Demedi demeyin.

İktidar, Kanal İstanbul fantezileriyle oylanırken, müsilaj sorununu, millet bahçeleriyle çözmeye niyetlenirken, iktidarın beceriksiz ellerinde, ülkemiz, hayati risklerle karşı karşıya kalıyor. Maalesef artık ülkemizin önündeki en büyük tehlikelerden biri de susuzluk. Bütün yapılan çalışmalar, iklim değişikliğinin sonucu olarak, bu sene yaşadığımıza benzer kuraklıkları, önümüzdeki yıllarda da yaşayacağımızı gösteriyor.

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin son raporuna göre, sıcaklık artışları, 2050 yılı için, 2 buçuk, 3 derece civarında olacak ve bu yüzyılın sonunda, 6 dereceyi bulacak. Bugün sıcaklığın 1 derece artması kum fırtınalarından, kasırgalara, kuraklıktan, aşırı yağmurlara, sayısız felakete neden olurken, sıcaklık 6 derece arttığında, yaşayacaklarımızı siz düşünün” diyen İYİ Parti lideri, “Artık bir gerçeği kabul etmek zorundayız: iklim, kuraklık ve susuzluk anlamında, dünyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Türkiye’de ise, önlem almadığımız takdirde, her şey çok daha kötüye gidecek. Bu sözlerimi felaket tellallığı zannetmeyin. Tam tersine, eğer zamanında önlem alırsak, çocuklarımızı susuzluğa mahkûm etmemek hala elimizde. Yapmamız gereken tek şey, hep birlikte adım atmak.

Dünya Bankası bulgularına göre, küresel anlamda, su tehdidinin, en yüksek olduğu bölgelerden birinde yaşıyoruz. Üstelik sanılanın aksine, su zengini bir ülke de değiliz. Dünya Kaynaklar Enstitüsü araştırmalarına göre, su fakirliği konusunda 32. sırada yer alıyoruz. Çöl ülkesi olarak bildiğimiz, Irak, Mısır, Sudan gibi ülkeler bile, su kaynakları konusunda, bizden daha iyi durumdalar. Nitekim, DSİ rakamlarına baktığınızda, durumun vahametini anlıyorsunuz: 9 yıl içerisinde, ortalama yağışımız neredeyse yarı yarıya azalmış. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin raporlarına göre ise, yalnızca 2020 Kasım ayında, yağışlar, normalin yüzde 49 altında gerçekleşmiş. Daha da kötüsü, bazı bölgelerde, bu azalma yer yer yüzde 80’e kadar çıkmış. Ayrıca, bu yağış azlığı, ‘kurak’ olarak bilinen güneydoğu illerimizde değil, tam tersine, Ege ve Marmara bölgelerimizde gerçekleşmiş. Yani susuzluk, şu an ülkemizin her bölgesini tehdit ediyor.

Ülkemizde kullanılan toplam suyun, yüzde 74’ü tarımda kullanılıyor. Tam da bu yüzden, aç ve susuz kalmamak için, üzerinde durmamız gereken politikaların başında, tarımda suyun, verimli ve etkin kullanılması geliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptığı çalışmalar, önlem alınmadığı takdirde, 2050 yılına geldiğimizde, ürünlerde, yüzde 25 ila 50 arası verim kaybı yaşayacağımıza işaret ediyor. Verim kaybının ve makro ekonomik kayıpların doğal bir sebebi olarak da tüm ürünlerin fiyatında ciddi artışlar olması bekleniyor. Yine Boğaziçi Üniversitesi’ne göre, ürün bazında fiyat artışları, önümüzdeki yıllarda yüzde 84’ü bulacak.

Daha İklim Krizi’nin başlarındayken bile, gıda fiyatlarını kontrol edemeyen bu iktidar, krizin etkileri daha ciddi hissedildiğinde, ne yapacak, orası belli değil. Belli değil diyorum, çünkü bilim insanlarına, sivil toplum kuruluşlarına, hatta bizzat Doğa Ana’nın, kendi diliyle yaptığı uyarılara rağmen, betona aşık, suya düşman olan bu iktidar, bütün bu gelişmeleri görmemezlikten geliyor.

Bütün bu yaşananlar, rantiyecilerin, maden meraklılarının ve doğa düşmanlarının umurunda bile değil” diyen Akşener, “Fabrikalar torpilli, JES’ler torpilli, HES’ler torpilli, altıncılar torpilli… Yaylalarımız, dağlarımız, ormanlarımız, tarım alanlarımız, sularımız, denizlerimiz, velhasıl ekosistemi koruyacak, iklim değişikliğine direnecek, ne kadar unsur varsa hepsi saldırı altında. Artvin’den Aydın’a; Tunceli’den Sinop’a; Mersin’den Trakya’ya; Göller bölgesinden Çanakkale’ye; İkizdere’den Çanakçı’ya kadar, cennet vatanımız acımasızca saldırı altında. Uzungöl yetmemiş gibi, şimdi de Ayder’i yok etmenin peşine düşmüşler. Dünya’nın en nadir doğal güzelliklerinden birine sahip, balık yetiştiriciliği için bir derya olan, Barhal Deresine, Kamilet Vadisine, HES yapmanın peşine düşmüşler. Böyle insafsızlık olur mu? Böyle vicdansızlık olur mu? Yazıklar olsun.

Sayın Erdoğan; Buradan seni bir kez daha uyarıyorum: Kanal İstanbul’u bırak, Seyhan’ın, Ceyhan’ın, Sakarya’nın, Kızılırmak’ın suları ile Konya başta olmak üzere, İç Anadolu’yu sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak, Fırat ve Dicle’nin suları ile, Güneydoğu Anadolu’yu sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak,Çoruh’un, Aras’ın suları ile, Doğu Anadolu ovalarını sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak, Meriç’in, Tunca’nın, Arda’nın, Ergene’nin suları ile, Trakya’yı sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak, Menderes’lerin ve Gediz’in suları ile, Ege ovalarını sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak, terk ettiğin GAP’a, geri dönmeyi düşün. Kanal İstanbul’u bırak, Milletini, memleketini, torunlarımızın geleceğini düşün!

Bu işten, her beceriksizliğini örtmek için yaptığın gibi, ‘Hata yaptık, milletimiz affetsin, hakkını helal etsin’ diyerek sıyrılamazsın. Doğa Ana’dan nasıl af dileyeceksin? Çocuklarımızdan, bu vatanı bırakacağımız sonraki nesillerden nasıl af dileyeceksin? Olmaz Sayın Erdoğan. Doğa Ana’ya ihanetin affı olmaz. Geleceğe ihanetin affı olmaz. Bu millet, gün gelir, o ağaçların, o suların, o ihanetin hesabını, sana sandıkta sorar.

Türkiye, hem doğasını kurtarmak, hem de doğru ve planlı bir şekilde yeşil ekonomiye geçmek zorunda. Bu sadece doğamız için değil, fakirleştirilmiş ve sağlıksız gıdalara mahkum edilmiş milletimizi, bu cendereden kurtarmak için de hayati öneme sahip. Ama su meselesini çözmek, öncelikle samimiyet ister, kararlılık ister. Liyakatli kadrolar, vizyon sahibi bir yönetim anlayışı ister. Önce millet, önce memleket diyen bir iktidar ister” ifadelerini kullandı. İYİ Parti lideri, “Biliyorsunuz, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü diye bir kurumumuz var. Cumhuriyet tarihi boyunca, dağa taşa adı yazılmış çok önemli bir kurumumuzdur. Daha geçen hafta, Cumhurbaşkanlığı bir kararname yayınladı. Dedi ki; ‘DSİ’de işe alınacak topograf, laborant, hidrolog gibi teknik personel, sınav yerine kurayla belirlenecek.’ Zihniyete bakar mısınız?” diye konuştu. Akşener, “Su gibi önemli bir konuda, uzmanlık gerektiren personel, KPSS ile değil, kura ile işe alınacak. Yani teknik bilgisi değil, şansı olan işe girecek. Biz, su konusu çok önemli diyoruz, bu iktidar ise, uzmanlık gerektiren kadroların alımında bile kumar oynuyor. Böyle devlet yönetilmez. Bu kafayla bu meselenin altında kalırız. Bu zihniyetle susuzluk sorunumuzu çözemeyiz.

Bizim anlayışımıza göre, ‘Toprak, Su ve Tarımsal Üretim Üçgeni’ bir bütündür. İnsanın gıdası tarım, tarımın gıdası sudur. Hepsi birbirine bağlı ve bağımlıdır. Bütüncül bir bakış açısı ile ele alınmalı, birlikte yönetilmeli, birlikte planlanmalıdır. İşte o nedenle, İYİ Parti olarak yetkiyi aldığımızda tam olarak bunu yapacağız. Bu üçgeni, bütüncül bir anlayışla ele alacağız. Bir bütün olarak, ‘Toprak ve Su Yönetimi’ kurumsallığı içinde kısa ve orta vadeli planlama yapacağız.

İşte yapacaklarımız:

Küçük su-büyük su yönetimi ayrımı yapmadan, tarla içi yapılarla beraber, tarımsal sulama ve toprak kullanımını birlikte planlayacağız.

İlk 7 yıl içinde, yarım kalan bütün, küçük ve büyük su yatırımlarını tamamlayacağız.

Yaklaşık üçte ikisi, klasik ve kanalet sistem olan sulama yapılarının kapalı sistem dönüşümlerini başlatacağız.

İlk 7 yıl için, 2 buçuk milyon hektar sulanabilir arazinin, suya kavuşması için projelerin yapım aşamalarını başlatacağız.

GAP Bölgesi’ni özel olarak yeniden ele alıp, bütüncül bir yönetim tarzı benimseyeceğiz.

Büyük su projeleri tamamlanmış ana taşıma kanalları ise devam eden, veya yapılmış olan yatırımları tamamlayıp, hızla, tarla içi basınçlı sulama sistemlerini devreye alacağız.

Kuru tarım bölgelerinde üretim planlaması yapıp; ülke içi master planlar doğrultusunda, ürün ve üretim çeşitlerini yeniden planlayacağız.

Göller bölgesinde ve özellikle kuru tarım bölgelerinde yer altı akiferlerini koruyacak, aşırı tüketimi önleyecek tedbirler alacağız.

Ülkemizde kullanılan toplam suyun, yüzde 74’ünü oluşturan, tarımsal su tüketimini kısa vadede yüzde 50’ye, orta vade de ise, yüzde 25-30’lar seviyesine çekeceğiz.

Son 16 yılda kaybedilen, 4,2 milyon hektar arazinin en az üçte ikisini ilk 7 yıl içinde yeniden tarıma kazandıracağız.

Tarımdan kopardığımız her tarım arazisinin ve her metreküp suyun bize ithalat ve borç olarak geri döndüğünün bilinciyle 1’inci, 2’inci ve 3’üncü sınıf arazilerin tamamını, 4. Sınıf arazilerin ise, özellikle dikili olanlarını ‘Ulusal Gıda Güvenliği Kaynağı’ olarak kayıt altına alacağız.

Bu arazilerin, hiçbir biçim ve şekilde, tarım dışı amaçlarla kullanılmasına izin vermeyeceğiz.

Milli güvenlik unsurlarının tabi olduğu, istisnasız koruma sistemine dahil edeceğiz.

Toplulaştırma çalışmaları sürerken ‘Gönüllü Toplu Tarım Projesini’, derhal uygulamaya koyacağız.

Bu proje ile, arazilerini gönüllü olarak öngörülen üretim biçim ve modeline uygun biçimde kullanmaya başlayan çiftçilere ‘özel çiftçi’ statüsü üzerinden, her türlü destekleme ve ayrıcalığı sağlayacağız.

Bu şekilde, ilk etapta, 3 milyon hektar araziyi proje kapsamına alıp üretimde, en az yüzde 15 ila 25 oranında artış sağlayacağız.

Fatih Sultan Mehmet Han, adaletle devlet ilişkisini anlatırken diyor ki;

‘Aklı öldürürsen, ahlak da ölür.

Akıl ve ahlak öldüğünde, millet bölünür.

Kadı'yı satın aldığın gün, adalet ölür.

Adaleti öldürdüğün gün: Devlet de ölür…’

Yüzlerce yıl önce yapılan bu tarifteki hikmeti, bugün ibretle anlıyoruz. Devlet idaresinde akıl susmuş, ahlak kalmamış, adalet can çekişiyor. Ve koskoca Türk Devleti, Partili Cumhurbaşkanlığı denen, bu ucube sistemin pençesinde ayakta kalmaya çalışıyor.

Her zaman söylediğim gibi, Türkiye’nin öncelikli sorunu, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’dir. İktidarın çarpık zihniyetinin başımıza bela ettiği ve bugün, doğamızdan mutfağımıza, işimizden sağlığımıza, her alanda dertlerimizin artmasına neden olan, bu ucube sistemin ta kendisidir. Çünkü, yapısı itibarıyla, işleyişi itibarıyla akıldan yoksundur. Biz akıldan, bilimden, liyakatten yanayız. O yüzden, tek adam değil, ortak akıl diyoruz. O yüzden, ‘Ben ne dersem o olur’ değil, ‘Türkiye Milletin Evi’nde, milletimizle birlikte yönetilir’ diyoruz. O yüzden, Milletin Kürsüsü’nde, sözü milletimize bırakıyoruz. İl il, ilçe ilçe, emekçilerimize, çiftçilerimize, esnaflarımıza kulak veriyoruz. Kadınların, gençlerimizin, işsizlerimizin dertlerini dinliyoruz. İşte bu ortak aklın adına da İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem diyoruz.

Türkiye potansiyeli olan bir ülke. Türkiye, güçlü, zengin ve mutlu olmak için ihtiyacı olan her şeye sahip olan bir ülke. Ancak bu potansiyeli bu ucube sistemle harekete geçiremeyiz. O nedenle, ilk sandıkta memleketin enerjisini çarçur edip, insanlarımızın umudunu öldüren, bu beceriksizliğe, bu umursamazlığa dur diyeceğiz. Türkiye’nin potansiyelini, milletimize zenginlik olarak döndüreceğiz. O zenginliği, eşe dosta değil, doymak bilmeyen o beş müteahhite değil aklın ve hakkın işaret ettiği şekilde, her bir vatandaşımıza yaşatacağız.

'Süleyman Soylu'nun elinde Erdoğan'ı zora sokacak çok bilgi var' Siyaset Kılıçdaroğlu'ndan 'Sedat Peker'in açıklamalarıyla Susurluk olayı benziyor mu' sorusuna dikkat çeken yanıt Siyaset AKP'de tansiyon yükseldi, medya da işin içine girdi: Süleyman Soylu köşeye sıkıştı! Siyaset Ve AKP'de Süleyman Soylu'ya karşı harekete geçtiler! Efkan Ala ve Selami Altınok'tan şok talep Siyaset