Pınar Nurhan'ın 'DELİRİUM' kitabı piyasaya çıktı
1977’de Ankara’da doğdu. 1997’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, felsefe bölümü mezunu yazar Pınar Nurhan'ın 'DELİRİUM' kitabı piyasaya çıktı.
KİTABIN TANITIM BÜLTENİ ŞÖYLE
DELİRİUM (Roman)
Pınar Nurhan
Urzeni Yayınevi
Karantina Adası’nda başlayan olağanüstü karşılaşmalar karantina zamanlarında ifşa oluyor. DELİRİUM bir hatırlayış ve yüzleşme hikayesi... Geçmişimizle olduğu kadar, kolektif hafızayla da tanışmamızın öyküsü.
Bu bir ölülerle konuşma kitabı!
Bin sekiz yüzlerin sonlarında salgın hastalık teşhisiyle Urla Karantina Adası’nda alıkonulan bazı insanlar, öldükleri halde adada tutsak kalıyorlar. Suçluluk duyguları ve kefaret ödeme arzuları, bu ruhları adaya tutsak ederken, onları ölümle yaşam arasında bırakıyor. Kendini birdenbire o zamanlarda bulan doktor Rüya Sezer, adada sıkışıp kalmış bu insanlarla iki gün geçiriyor. Salgınlar nedeniyle karantinaya alınan hastaların dile gelişiyle, bunlara tanıklık eden bir hekimin hezeyan mı, gerçek mi olduğunu bilemediğimiz anlatımlarıyla devam ediyor hikayemiz. Filozof Anaksagoras, şair Yorgo Seferis ve Türkan Saylan Hoca’yla karşılaşmalar da olup bitenlere kozmik bir gözden bakabilmeyi kolaylaştırıyor.
Romanın kahramanı Doktor Rüya Sezer gibi görünse de aslında her bölümde farklı bir hikâye ve o hikâyenin kendi kahramanları var. Modern tıp ve psikiyatri, kefaret ve bağışlanma talebi, suçluluk duygusu ve yas, karakterlerin ve olay örgüsünün atmosferini oluşturuyor. DELİRİUM, kayıplarımız hakkında; Akıl kaybı, sevdiğinin kaybı, uzuv kaybı, masumiyetin kaybı... İnsanın kendini olduğu gibi kabul etmeye ve kabul edildiğini görmeye duyduğu ihtiyacın dile gelişi... Öte dünya var mı, yok mu bunlarla ilgilenmiyor DELİRİUM, bu dünyaya saçılmış parçalarımızı toplayıp gidebilmenin peşinde daha çok… Zira kalan parçanın yarattığı tutsaklık sevdiklerimizin kalbinden geçerek son bulacak gibi görünüyor.
DELİRİUM, kendi gölgemizle tanışmaya hevesli olmadığımız zamanlarda bize ilham verecek güçte bir metin. “Burada benim de böyle bir yaram varmış meğer”, diyebilmek için yüreklendiriyor okurunu. Hikayesi dile gelenin acısı hafifliyor, okuyan ve yazan nefesiyle yoldaş oluyor birbirine…
Kitaptan;
Bakırköy
Neticede ben bir bilim insanıyım. Canlı maddenin evrimini, bilincin ya da zekânın geçirdiği aşamaları, beynin fonksiyonlarını az çok öğrendim. Maddenin bağlı bulunduğu tabiat yasalarını aşmanın imkânsızlığını da. Fizik biliminin buyurduğu emirlere uygun mühendisliklerin, teknik alet edevatların tıbbi meselelerde nasıl iş gördüğünü de... Mesela, solunum arrestine girmiş birinin fal taşı gibi açılmış gözlerinin, entubasyon yaptıktan sonra ki minnettar bakışlarını, Burger hastalığı olan birinin, ayağında başlayan kangren nedeniyle nasıl çığlık çığlığa acılar çektiğini, ayağının kesilmesini çaresizce isteyişini bilirim. Pnömothorax nedeniyle solunum yetmezliğine girmiş birinin göğüs kafesine baskı yapan havayı küçücük bir iğneyle boşalttığımda nasıl canhıraş nefes alıp hayata döndüğünü bilirim.
Bütün bunlar, maddeyi onarmaya yönelik mühendisliklerdir. Şüphesiz değerliler ama ruhun mühendisliği diyebileceğim psikiyatri için söyleyebileceğim her şey eksik kalacak. Bedenimin kimyasıyla iç içe geçen duygularımı nasıl bir ameliyat sağaltabilir ki? Henüz delirmemişken pek de kafa yorduğum şeyler değildi bunlar. Bildiğimi sandığım doğrularım bana yetiyordu. Her ne kadar ailemin ortodoks marksist gözlüklerinden sıdkım sıyrılmış olsa da derinlerde bir yerlerde materyalist dünya görüşü içime işlemişti anlaşılan. Ruhlarmış, tinsellikmiş, ölümden sonra hayatmış yok daha neler, diyerek yaşamak epeyce konforluydu. Herhangi bir şeye biteviye inanmanın verdiği ferahlık, insanı dirençli kılıyor. Oysa şimdi hiçbir şeye inanamıyor olmanın yarattığı kaygı içinde bitkinim. Yeniden inanmayı ne çok isterdim… Tanrıya ya da Marks’a… Hiç farketmez. s.98
“İnsanın besini kendisidir, bu da onu besin zincirinin zirvesine değil en aşağısına iliştirir. Bu fasit dairenin içinde kendini yiyip bitirmedikçe var olamaz insan. Yani aslında insan yoktur, oluşmaktadır, diyebiliriz. En iyisi şu; insan olmak diye bir şey varsa eğer, bu yaklaşmakta olan bir ışımaya kendini feda etme halidir. İnsan bir kabuktur. Varlığın ve yokluğun ötesinden geldiğini unuttuğu için yeryüzüne saplanıp kalmış bir ışığın kabuğudur. Yaşamak ve ölmek ikileminde büzüşür aklımız. Trajik olan da budur zaten; Batı'nın dilinden söylersek, To be or not to be! Budur kendimize biçtiğimiz değer. Şark'ın ağzıyla tekrarlarsak; Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?” s.171
Pınar Nurhan
1977’de Ankara’da doğdu. 1997’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, felsefe bölümünü bitirdi.
Nurdan Gürbilek’in Denemelerinde Edebiyat ve Kültür Eleştirisi başlıklı teziyle edebiyat sosyolojisi alanında yüksek lisansını tamamladı. Felsefe öğretmenliği yapmakta ve gençlerle felsefe atölyesi çalışmaları yürütmektedir.
Basılı kitapları; Modern Cinayetlerin Kokusu (Siyah Beyaz Yayınları 2009) ve Kabuksuz Salyangoz (Yitik Ülke Yayınları 2012) ayrıca 80’lerde Çocuk Olmak, Olimpos Öyküleri, Kara Şiir Antolojisi gibi kolektiflerde yer aldı.
Delirium, ilk romanıdır.
denizpinar7@gmail.com