Prof. İlber Ortaylı'dan Erdoğan'a İnönü yanıtı
Erdoğan İsmet İnönü'yü , 'Amerikancılık' ile suçlamış, oldukça tepki görmüştü.
Prof. İlber Ortaylı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP'nin 27. İstişare Değerlendirme Toplatısı'nda gündeme getirdiği İsmet İnönü'nün ABD ve Türk bayraklı fotoğrafına ilişkin olarak, "1962 yılı ağustos sonunda büyük popülarite sahibi John F. Kennedy’nin başkan yardımcısı Lyndon B. Johnson geldi. Kendisini karşılayan Başbakan İsmet Paşa’ydı. Ortalık yıkıldı. İsmet Paşa hatta yer yer tezahüratı kesiyordu. İkisi de arabada dikilmişti, çünkü araba ilerleyemiyordu. Herkesin elinde Amerikan bayrağı vardı" yorumunu yaptı.
İsmet İnönü'nün iki taraflı denge politikası izlediğini belirten Ortaylı, "İsmet Paşa Almanları sevmedi, İngilizlere fazla bayıldığını da söylemek mümkün değil ama yeri geldiğinde tercih etmiştir. Stalin Rusyası’yla gerildiğinde Batılılara daha çok yanaştı ama bu birlikte harbe girecek ölçüde olmadı" diye yazdı.
Ortaylı'nın Hürriyet'teki yazısı şöyle:
1962 yılı ağustos sonunda büyük popülarite sahibi John F. Kennedy’nin başkan yardımcısı Lyndon B. Johnson geldi. Kendisini karşılayan Başbakan İsmet Paşa’ydı. Ortalık yıkıldı. Ulus yine doluymuş, konvoy zor ilerliyor dediler. İsmet Paşa’nın elinde iki bayrak, arabada dikildiği yer İş Bankası’nın önüdür. Johnson’ın da elinde iki bayrak vardı.
BENİM çocukluğumda ve ilk gençliğimde Ankaralıların meşgalelerinden birisi de dünyanın dört bir köşesinden gelenleri karşılamaktı. Devlet ve hükümet başkanları sadece komşu ülkelerden değil, artık uzaktan bile gelmeye başlamıştı. Birinin abartmasını hatırlıyorum: “Bir Çin’den geliyorlar, bir Maçin’den”. İlkokuldayken Çankaya’da Pembe Köşk’ün önüne dizildik. Bunun için şehrin ta öbür ucundan getirilmiştik. Ellerimize Irak bayrakları verdiler. Birkaç yıl sonra feci bir akıbete uğrayacak olan genç kral Faysal, Celal Bayar’ın arabasında önümüzden geçti. Masallardaki çocuk kral imajımıza uygundu. Elimizdeki Irak bayrağını salladık. Dwight D. Eisenhower geldiğinde Ankara’da yoktum. Yer yerinden oynamış. O zamanlar Türkler arasında Amerikan hayranlığı doruktaydı.
HERKESİN ELİNDE AMERİKAN BAYRAĞI
İran Şahı Rıza Pehlevi geldiğinde millet Prenses Süreyya’yı görmek için yollara döküldü. Hâlâ sebebini anlayamadım; arkada bir arabada Reşide Hanım’la veya Adnan Menderes’le gelebilecekken İran Şahı, Prenses Süreyya ve Celal Bey’le makam arabasının arkasına sıkışmışlardı. Yine elimizde bayraklar vardı. Kavaklıdere’nin üst kısmına okullar dizilirdi. Kızılay ve bugünkü Millet Meclisi arasındaki yolun iki kenarına gönüllü karşılayıcı yığılırdı. Keza Esenboğa’dan yola çıkan konvoyu Dışkapı, İsmetpaşa ve Ulus’ta da karşılayanlar çok olurdu. 1962 yılı ağustos sonunda büyük popülarite sahibi John F. Kennedy’nin başkan yardımcısı Lyndon B. Johnson geldi. Kendisini karşılayan Başbakan İsmet Paşa’ydı. Ortalık yıkıldı. Ulus yine doluymuş, konvoy zor ilerliyor dediler. İsmet Paşa’nın elinde iki bayrak, arabada dikildiği yer İş Bankası’nın önüdür. Johnson’ın da elinde iki bayrak vardı. Konvoy Kızılay’a geldiği zaman seyirciler arasında ben de vardım. Gerçi millet Johnson’dan çok İsmet Paşa’ya tezahürat yapıyordu. Ankara o tarihlerde şiddetli CHP taraftarıydı. İsmet Paşa hatta yer yer tezahüratı kesiyordu. İkisi de arabada dikilmişti, çünkü araba ilerleyemiyordu. Herkesin elinde Amerikan bayrağı vardı.
UĞURSUZ BİRİ DİYE BAKILIYORDU
İki yıl sonra İnönü, ünlü sözünü etti; bu sefer başkan olan Johnson’un mektubu ölçüyü taşırmıştı. Zaten uğursuz biri olarak bakılıyordu. Sevilen Kennedy’nin arkasından gelmişti. Fail-i meçhul cinayetin arka planındakileriyle bir arada ismi anılıyordu. Doğruyu yalanı kim bilebilir. Kıbrıs meselesi için yazılan tehditkâr, küçümseyici ve sınırlayıcı ifadeli mektuba karşılık İsmet Paşa da ünlü lafını etti: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de yerini alır.” Bir müddet sonra yeni dünya kuruldu mu bilmiyorum. İsmet Paşa dış seyahat için Amerika’dayken koalisyonun Yeni Türkiye Parti’sinden (YTP) ortağı Ekrem Alican ve arkadaşları istifa edip koalisyonu dağıtıverdiler. Sadece bakanlarından Fahrettin Kerim Gökay istifa etmemiş ve YTP’den ayrılmıştı.
ALMANLARI SEVMEZ İNGİLİZLERE BAYILMAZDI
İsmet Paşa Almanları sevmedi, İngilizlere fazla bayıldığını da söylemek mümkün değil ama yeri geldiğinde tercih etmiştir. Stalin Rusyası’yla gerildiğinde Batılılara daha çok yanaştı ama bu birlikte harbe girecek ölçüde olmadı. Yakın çalışma arkadaşı olan Numan Menemencioğlu gibi diplomatlara alenen Alman partisinde partizan rolü oynamayı telkin ettiği anlaşılıyor. En azından dönemi inceleyen Selim Deringil’in kitabında bu böyle açıkça görülüyor (Denge Oyunu-2. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası). Zaten Numan Menemencioğlu niçin Almancı olsun ki? Böyle bir altyapısının bulunması için ne Cihan Harbi’nde onlarla müttefik olmuştu ne de Alman kültürüne yakınlık duyan Türklerdendi. Her şey bir mizansendi. İsmet Paşa NATO’ya girmeyi hatta savaştan sonra herkes kadar istedi ama su söz doğrudur: “Almak istediler de girmedik mi?”
TARİHİMİZİN EN RENKLİ YALPALAMA DÖNEMİNDEYİZ
Dünün politikası bugünkü politika değildir. Türkiye en azından 30 senedir başka yerlerde geziniyor. Aslında tarihimizin en zor, en renkli yalpalama dönemindeyiz. Türkiye değişiyor, dış politikası da değişiyor. Bir zamanlar bizim Amerikancı diye bağırdığımız, “Morrison” adını taktığımız Süleyman Demirel hakkında 1971-1972 yılında yazılan, Avusturya’daki Doğu Enstitüsü’nde Sosyalist ülkelerin raporlarını okurken hayretle gördüm. Amerika’nın nüfuzunu silen, sosyalist bloka yakınlaşan bir lider olarak kutsanıyordu. Demek ki çok dengeli bir politika dönemine epeydir girilmişti.
Yakın tarihte fazla uzaklaşmak doğru değil. O günü o günde bırakmak lazım.
TROYA MÜZESİ KUTLU OLSUN
1795’te ünlü Alman edebiyat tarihçisi ve filolog Friedrich August Wolf, “Prolegomena ad Homerum” yani “Homer’e Mukaddime” adlı eserinde “İlyada” ve “Odisseas” gibi bir eserin Homer’e ait olmadığını, muhtelif şairler tarafından söylenmiş mitlerden yani nağmelerden oluştuğunu belirtir. Bu tez çok tutunmuştu. Taraftarlarına “Şarkı Avcıları” (Lied Jaeger) denirdi. Yalnız çok ironik olan bir şey Homer’den bile şüphe eden Wolf’un İskoç destanı “Ossian”ın gerçekten eski bir eser olduğunu ve bilinmeyen bir şairin çok kuvvetli olduğunu ifade etmesi olmuştur. Oysa “Ossian” adlı İskoç epopesini sözde bulanlar değil yazanlar Macpherson kardeşlerdi deniyor.
GENÇ TUNÇ ÇAĞI
Heinrich Schliemann adlı Baltık Almanı bir çocuk hiçbir iyi mektep görmediği halde ve bir yerlerde erkenden çalışmaya başlamasına rağmen Yunanca, Latince gibi eski dilleri büyük bir merak ve hızla öğrenmişti. O Homer’i okumayı seviyor ve ona inanıyordu. Troya Savaşı da bilinmeyen bir menkıbe değil gerçek olmalıydı. Bizim Hisarlık Tepe’den birçok Avrupalı seyyah bahsetmişti. Oraya “Troya” diyorlardı. Bu bir höyüktü. Hatta Çanakkale’deki konsoloslardan Frank Calvert orada başarısız ve kısa bir kazı yapmıştı. Schliemann aynı yerde kazılara devam etti. Katman katman bir şehir çıkıyordu. Bu katmanları yeterince anlayıp değerlendirecek bir arkeolojik bilgiye sahip değildi. Zaten 1870’lerde çok kimsenin bu konularda derinliği olduğu söylenemez. Üsten alta yedinci katmana gelindiği zaman işçilerden gizli bir şekilde Troya Savaşı’nı yapan Kral Priamos’un altın eserlerine rastladı. Bunlar Anadolu’nun genç tunç çağına ait altın gümüş karışımı elektron eserlerdi.
‘ŞARLATAN’ DEDİLER
Eserleri Atina Müzesi’ne kabul ettiremedi. Var olan eski eserler mevduatına göre izin almış fakat ahde vefa etmemişti. Hükümete haber vermeden eserleri kaçırmıştı. Çaresiz Rusya’ya başvurdu. Ermitaj Müzesi’nin yetkilileri ne akademik ne de profesör olmayan bu adamın getirdiklerine inanacak değillerdi. “Şarlatan” diye değerlendirildi, eserler alınmadı. Almanya’ya sattı. Berlin müzelerinde bulunan bu Troya hazinesi (Katiyen Kral Priamos değil, sözü edilen Truva Savaşı’ndan daha önceki bir döneme aittir) İkinci Dünya Savaşı’nda bütün Berlin müzelerindeki eserler gibi zarar gördü. Neyse ki Almanların Rusya’da yaptığı yağmaya karşı çok hırslı olan Stalin’in emriyle Berlin’e giren Kızıl Ordu bu gibi eserleri alıp taşıdı.
PUŞKİN’DE UYUDULAR
Moskova’da Puşkin Müzesi’nin bodrumuna konan ve beğenilmedikleri için sergilenmeyen Matis ve Picasso’yla birlikte 50 yıllık bir uykuya yattı. Ancak Sovyetler Birliği değişime uğradıktan sonra bu eserlerin orada olduğu açıklandı ve orada kalıyor. Bence Puşkin Müzesi çok iyi bir müze, turları ve uzmanları işlerini seven bir grup. Çok ziyaretçisi var. Almanlara sorsanız hangi hakla kendilerine isteler ama oralara girmesinin hiç de doğru bir tarafı yok. Schliemann ortalama Alman’ın gözünde unvanlı bilim adamlarını yapamadıkları kadar büyük bir keşif yapan, kendini yetiştiren gayretli bir halk çocuğuydu. O dünyanın dışındakiler Schliemann’ı böyle değerlendirmiyor ama önemli biri olduğu doğru.
TALİHSİZ KAZILAR
O kadarla kalınsa iyi, yeni Schliemann adayları da çıkıyor. Bundan 30 sene evvel UNESCO’da milli komisyondayken Adıyaman Nemrut’a yaptığımız bir gezide karşımızda Hollandalı bir işadamı çıktı. Kendince bir vakıf kurmuş, bakanlara ve ilgi kişilere o vakfın amblemlerini ve şiltlerini veriyordu. Nemrut’ta kazı yapmak istiyordu. Mıcır gibi taşlarla yükseltilmiş, örtülmüş mezar odalarının başına neler geleceğini ve heykellere ne olacağını söylemeye gerek yok. Bazen böyle efsaneleşmiş adamlar özenti kahramanlığa da yol açabiliyorlar.
Troya kazılarının talihi çok iyi gitmemiştir. Son olarak Manfred Osman Korfmann ve bugün de Rüstem Aslan Troya kazılarını bir hayli yola koydular. Daha iyi bir kalıntı haline dönüştü, gezenler daha iyi anlıyorlar ve asıl önemlisi 10 Ekim 2018 günü, Çanakkale Merkez ilçesine bağlı Tevfikiye köyünde Troya Müzesi binası orijinal ve bir zengin müze olarak açıldı. Kutlu olsun.