Tarihe doğru bakmak: 2. Abdülhamid, Erdoğan ve Bahçeli’ye ‘kurtarıcı’ olur mu?
Adı “istibdat rejimi” ile özdeş Sultan 2. Abdülhamid siyasi tartışmaların odağına oturdu. AKP ve MHP liderlerinin toz kondurmadığı “ulu hakan”, muhaliflerinin tabiriyle “kızıl sultan”, dönemin İslamcılarını bile isyan ettiren padişah olarak tarihe geçti.
GERÇEK GÜNDEM - NURİ GÜNAY /
Siyasal İslamcılık 1950’ler sonrası daha da belirgin biçimde Osmanlı’daki ilerlemeye dönük adımlarla, Tanzimat’la, 1908’le, Osmanlı’ya son veren ve Cumhuriyet’i kuran anlayışla kavga ediyor.
"ABDÜLHAMİD'İ KORUMA KANUNU VAR DİYEBİLİRİZ"
Pek çok İslamcı bu süreçleri Osmanlı Devleti’ne yapılmış ihanet olarak görüyor ve bunu açıkça ifade ediyor. İktidar mensupları da dahil bazı çevreler ise bu kısmını çoğu zaman açıktan ifade etmiyor. Bu kısmını geride tutarak 2. Abdülhamid’i, Vahdettin’i yüceltmek için yoğun bir çaba harcıyorlar.
1950’lerden beri sürdürülen bu çabayla İslamcı cenahın Abdülhamid sevgisi sürekli arttı. Necip Fazıl’ın bu konuda hakkı teslim edilmeli. Hatta bazı tarikat şeyhlerinin Abdülhamid’den ‘evliya” olarak bahsettiğini görmek mümkündü.
Abdülhamid son dönemde artık her yıl, pek çok kere gündeme geliyor. Hatta “Abdülhamid’e hakaret” davaları bile açılıyor. Artık fiilen işletilen “Abdülhamid’i Koruma Kanunu” var diyebiliriz.
ERDOĞAN'DAN BAHÇELİ'YE ABDÜLHAMİD
“Sultan” bugünlerde yine gündemde. Geçtiğimiz günlerde katıldığı bir programda Meral Akşener şunları söyledi "Abdülhamid Han Osmanlı padişahı. O günün şartlarında oluşan demokrasi rüzgârlarının yansıması var. O tavır karşısında bir davranış biçimi var. Hürriyet ve İtilaf da var İttihat ve Terakki Cemiyeti de var. Bu bir istibdat sistemine karşı, istibdat rejimine karşı tekleşmeye tek adamlığa doğru giden bir sisteme karşı başkaldırıdır. Buranın öznesi eğer Abdülhamid ise bugünün öznesi Recep Tayyip Erdoğan'dır. Onu söylemeye çalışıyorum."
Ardından Adana'da katıldığı gençlik festivalinde Erdoğan, "Meral Hanım sen kim, Sultan Abdülhamid’e saygısızlık kim. Altılı masada olanlardan üç tanesi var ki bunlar Sultan Abdülhamid’e bugüne kadar laf söyletmemişlerdi, ne oldu da şimdi sus pus oldular? Bu millet ecdadına hakaret edenlere haddini bildirecektir." diye çıkıştı.
Akşener’in söylediklerinde herhangi bir hakaret unsuru olup olmamasının ise iktidar mensuplarınca bir önemi yok. Önemli olan hedefe koyma argümanı bulup bulamadıkları. Bulduklarını düşünüyorlar ki bu kez Devlet Bahçeli söze girdi.
“İmparatorluğumuzu ayakta tutan hükümdarı istibdat ile ananlar tarih cahili olmaları bir yana milli tarihimize yabancıların gözüyle bakan sefillerdir. Abdülhamid’i kimler sevmiyorsa tedavi edilmemiş kuyruk acısını hala kimler çekiyorsa onlara dikkat edeceğiz. Çünkü onlar Batı’nın etki ajanlarıdır. Üstelik 1900’lü yılların başında sahnelenen kahpe oyunların mültezimleridir. Gafiller ne istiyorlar tarihimizden. Neyin istibdadından bahsediyorlar? Bilmedikleri, tanımadıkları büyüklerimizi hangi bilgi, belgelerle itham ederler. Sayın Recep Tayyip Erdoğan bugünün Abdülhamid’i olarak görülüyorsa bizce mahsuru yoktur, övgünün tezekkürüdür. Atatürk, Ankara ise Abdülhamid Han İstanbul'dur. İkisini birbirinden ayırmak ne mümkün. Dedelerimize hakaret edenler zillettedir. Atatürk'ü seven Abdülhamid'i de sever.”
Gerçekten Atatürk Ankara ise Abdülhamid Han İstanbul mudur?
Aslına bakarsınız tarihi gerçekler öyle demiyor.
ABDÜLHAMİD'Lİ YILLAR
19. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanacağı, Osmanlı’yı yönetenler dışındaki herkesin malumuydu. 2. Abdülhamit’in tahta çıkışına yaklaşan 1870’lerin başında Osmanlı’da bunalım doruk noktadaydı. Abdülaziz devlet bürokrasisinin hemen hepsini karşısına aldı, sürekli memurların yerlerini değiştirdi. İçerdeki siyasal huzursuzluk, Balkanlar’daki “bağımsızlıkçı hareketler, emperyalistlerin baskıları” derken Anadolu’daki kuraklık, kıtlık, toplu hayvan ölümleri ekonomiyi iyice zora soktu.
Balkanlar’da 12-15 bin kişinin öldüğü isyanlar çıkıyordu. Mithat Paşa’nın başını çektiği devlet adamları 30 Mayıs 1876’da yaptıkları bir darbeyle Abdülaziz’i tahttan indirerek yerine batı yanlısı olduğu bilinen Namık Kemal”in “Vatan yahut Silistre” “yaşasın muradımız” diye selamladığı Sultan Abdülmecit”in büyük oğlu 5. Murat’ı getirdiler. Tahttan indirilen Abdülaziz bir süre sonra “intihar etti”, yerine geçirilen Murat’ın ise akıl sağlığının yerinde olmadığı ve kendisini alkole vurduğu anlaşıldı. Bunun üzerine V. Murat tahttan indirilerek Hamit Efendi, 2. Abdülhamit olarak tahta çıkarıldı. Tahta çıkarılmasının temel şartı kısa sürede Anayasayı ilan etmesiydi. Abdülhamit 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi’yi ilan etti.
OSMANLI TOPRAKLARININ ÜÇTE BİRİNİ KAYBETTİ
Kısa süre sonra Balkanlar açısından felaket olan 1877-78 (93 Harbi) Osmanlı-Rus harbi başladı. Savaşın sonucunda Ruslar İstanbul’a 12 km uzaklıktaki Yeşilköy’e kadar ilerlediler ve burada bir anlaşma imzalandı. Ayastefanos Anlaşması yıkımdı, Bulgar devleti kuruluyor, Karadağ büyük toprakları kazanıyor, Sırbistan, Karadağ, Romanya bağımsız oluyordu. Batum, Kars, Ardahan, Doğu Beyazıt Ruslara bırakılıyordu. Bu maddeler Rusya’nın kazanımlarından rahatsız olan batılı devletlerin zorlamasıyla yumuşatılsa da Osmanlı’nın ağır kayıplar verdiği bir dönemin kapıları açılmıştı. Osmanlı topraklarının üçte birini, nüfusunun da yüzde yirmisini kaybetmişti.
Abdülhamid, Osmanlı Rus Savaşı’nı bahane ederek 1878’de meclisi süresiz tatil etti, Anayasa askıya alındı, “hürriyet kahramanı” ve Meşrutiyet’in babası” Mithat Paşa sürgüne gönderildi (daha sonra da boğduruldu). Sultan, böylece 30 yıl boyunca “tek adam” olarak devleti yönetmek için önündeki en büyük engeli kaldırmış oluyordu.
Bu dönem zayıf padişah, güçlü devlet adamları, vezirler dengesini değiştirdi. Otorite padişahta toplanıyordu. Batılı emperyalist devletlerle ilişkilerde denge politikası güdülüyordu ve emperyalistlerin kendi aralarındaki çekişme Osmanlı’nın ömrünü uzatan temel faktörlerden biri haline geliyordu. İngiltere ve Rusya’yla iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıldı. Sonraki döneme damga vuracak Alman yakınlaşması da Abdülhamid döneminde başladı. Bu dönem ve sonrasında Osmanlı’nın hem devlet ve ordu içerindeki yenilik adımlarında hem de uyguladığı politikalarda Almanların doğrudan etkisi ve yönlendirmesi kaçınılmaz hale geliyordu.
OSMANLI EKONOMİSİ DÜYUN-U UMUMİYE TUTSAĞI
Abdülhamid’in İslamcılığı ise pragmatist bir siyasetin ürünü olduğu tartışma götürmez. Balkanlar’daki mazlum Müslüman halklardan Kafkaslara, Uzakdoğu’dan Arap coğrafyasına kadar “Müslümanları temsil eden” bir padişah-halifenin, batı karşısında elinin güçlü olacağını düşünmüştü. Açıkçası bu Almanya, İngiltere gibi devletler için bu kabul edilebilir bir siyasetti. Sürekli genişleme arzusundaki Rusya karşısında “hasta adamın” toprak bütünlüğü bir süreliğine tercih edilebilirdi. Yani iddia edildiği gibi Abdülhamid dünyaya başkaldırarak değil, uluslararası dengeleri gözeterek “İslam davası”nı güttü. Bu siyasetin acı sonuçları da oldu. Örneğin padişah Hindistan gibi uzak ülkelerdeki Müslümanlar üzerindeki etkisini göstermek adına Ertuğrul savaş gemisini Japonya’ya yollamış, gemi Japon sularında fırtınaya kapılıp batmış, 600 civarı denizci, asker hayatını kaybetmiştir.
Osmanlı’nın sömürgeleşme süreci bir dizi önemli yatırımın Osmanlı topraklarına yapılmasını beraberinde getirdi. Başkenti Anadolu’ya ve de Hicaz, Mekke gibi Arap coğrafyasına bağlayan demiryolu atağı yapıldı. Demiryolları yabancılara yaptırılıyor, işletmesi de genellikle yabancılara veriliyordu. Almanların demiryolu yapımında ciddi bir ağırlığı oluşmuştu. Benzer şekilde telgraf ve haberleşme ağı oluştu, yeni hastaneler, eczaneler açıldı. Bu dönem aşırı dış borçlanmanın yanında devlete aşırı faizle borç veren Galata Bankerleri de devleti kuşatmıştı. Osmanlı ekonomisi Düyun-u Umumiye (Genel Devlet Borçları) tarafından büyük oranda tutsak alınmıştı.
İKTİDARDAN DÜŞME KORKUSU VE YILDIZ SARAYI'NA MAHKUM BİR SULTAN
Otoriteyi bünyesinde toplayan, devletin merkezileşmesi meselesinde ciddi mesafeler alan Abdülhamid’in iktidarını koruma siyaseti ‘paranoya’ halini almıştı. Şüphesiz bunun için güçlü gerekçeleri vardı. Abdülaziz’i tahttan indirenler, intiharına neden olanlar, Murat’ı tahta çıkartıp sonra indirenler kendisi için de benzer bir son hazırlayabilirdi. Nitekim kendisine dönük suikast girişimleri olmuş, onlarca girişim aşamasına gelinmiş suikast planı yapılmıştır. Bu ortam ve ruh hali ‘önlem alma’ halinin çok ötesine geçilmesine yol açıyordu. Örneğin, toplarını saraya çevirebilir endişesiyle Abdülaziz döneminde büyük fedakarlıklarla kurulan donanmanın Haliç iskelesinden çıkmasına izin verilmiyordu. Ordu atış talimini kurşunsuz yapmak zorundaydı. Askeri okullarda okuyanların yenilikçi fikirlerden etkilenmesi olasılık olduğundan ordu içinde terfi ettirilmiyorlar, alaydan yetiştirilmiş olanlar hızla yükseliyordu. Sonraki yıllarda beka sorunu haline gelecek meşhur alaylı-mektepli ikilemi bu sürecin çıktısı olacaktı.
Kurulan hafiyelik sistemi sonraki dönemki istihbarat örgütlerinin de temelini oluşturmuştur. Hafiyelik teşkilatının, polis ve jandarma yapılanmasının kurulmasında Almanların desteği herkesin malumudur. Kısa sürede sadece İstanbul’da 4000 kişilik bir hafiye ordusu oluşturulmuştur. Yıldız Sarayı içinde bile sadece Cuma selamlığına çıkan padişahın olan bitinden haberdar olması böylece mümkün oluyordu. Jurnalciliğin yaygınlaştığı bu dönemde pek çok kişi birbirini asıllı asılsız ihbar edebiliyordu. Öyle ki on binlerce jurnalin Yıldız Sarayı’nın arşivlerinde biriktiği daha sonra ortaya çıkmıştı.
Saray, başkent içinde ayrı bir şehir gibiydi. Bazı kaynaklarda saray içinde 350 mabeynci, katip, yaver, muhasebeci, 60 aydınlatma görevlisi, 20 kahve ikramcısı, 1000 hizmetçi, 60 doktor, 30 eczacı, 400 aşçı, 400 şarkıcı, jonglör, akrobat, 50 berber bulunduğunu yazmaktadır.
HER ŞEY YASAK!
Abdülhamid’in kurduğu sansür rejiminin gerçek hayatla bağı yoktur. 1890 yılına kadar sansür komitesinde iki, üç kişi vardır. Üye sayısı 1902'de 15'e, ardından 1908'de 35'e çıkar. Binlerce kitap yakılır, onlarcası yasaklanır. İbn-i Haldun’un Mukaddimesi dahi yasaklanan kitaplar arasındadır. Yurtdışından gelen kibrit kutularının bile girişi yasaklanır. Nedeni renginin kırmızı olmasıdır. Kırmızı devrimin rengidir. Tahmin edilebileceği üzere Fransız Devrimi’ne dair değil, onu anıştırabilecek her şey adeta lanetlidir.
FİZAN'A SÜRGÜN
Adalet, anarşi, demokrat, diktatör, irtica, ihtilal, inkılap, hafiye, Kanun-i Esasi, sansür, sosyalizm, özgürlük, vatan, millet, baskı, adalet, Yıldız (sarayı hatırlattığı için), tepe (saray bir tepe üzerinde bulunduğundan) terimlerinin kullanımı Osmanlı topraklarında yasaktır. Mesela ‘Ümit Burnu’ yazılamaz, çünkü Sultan’ın burnunu hatırlatır. Onun yerine ‘çıkıntı’ yazılabilirdi.
Siyasete dair tek kelime yazmayan gazeteler bile bu denetimlerin gazabından kurtulamadı. Devletin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi bile bir dizgi hatası nedeniyle 12 yıl kapalı kaldı. Osmanlıca’nın özelliklerinden kaynaklı, dizgi hatasından bir harf düştüğünde anlam tamamen değişiyor, bu da gazetenin kapanmasına, sahibinin, yazarının Fizan’a sürülmesine neden olabiliyordu.
Yurtdışından gelen mektuplar bile tek tek okunuyor, zararlı görülen kelimeler kesiliyordu. Hatta Abdülhamit’i öven bazı mektup ve kitapların bile yanlış anlaşılmadan kaynaklı yakıldığı bilinmektedir. Bu politika Halid Ziya Uşaklıgil, Tevfik Fikret gibi bilinen yazarları dahi kalem oynatamaz hale getirdi. Namık Kemal, Tevfik Fikret’in kitapları, bazı İslami eserler, Nasrettin Hoca hikayeleri, rüya tabirleri, Evliya Çelebi Seyahatnamesi yasaklılar arasındadır.
İSLAMCILAR HER DÖNEM ABDÜLHAMİD'İ DESTEKLİYOR MUYDU?
“Ortalık şöyle fena böyle müzebzeb işler / Âh o Yıldız'daki baykuş ölüvermezse eğer…”
“…..gideyim, zalimi ikaz edeyim, isterdim. / O, bizim cami uzaktır, gelemez, mani ne? / Giderim ben, diyerek, vardım onun camiine. / Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid. / Koca şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid….”
Mehmet Akif’in bazı şiirlerindeki dizelerden iki örnek. Abdülhamid’e bunları diyordu. Daha ağır ifadeleri de bulunuyor. İslamcılığın o dönem önemli İsmi Sait Halim Paşa, Abdülhamid düşmanıydı. Bugünün İslamcıları, kendilerini dayandırdıkları Said-i Nursi’nin, son yıllarda resmi anmalara konu ettikleri İskilipli Atıf’ın da Abdülhamid’e muhalif olduklarını bilmiyorlar mı acaba?
Bu sevginin nedeni ne? Tamamen faydacı bir şekilde hayata geçirilen İslamcılık politikası mı?
Oysa tarihi kaynaklar yukarıda bahsettiğimizden çok daha fazlasını da anlatıyor. Sultan’ın ticareti sevdiğini, borsa oyunlarına pek meraklı olduğunu; fotoğrafçılığa, polisiye romanlara, tiyatroya olan ilgisini anlatıyorlar. Alaturka müziği hiç sevmediğinden, klasik batı müziğine olan tutkusundan, tiyatro sevgisinden, sigara tiryakiliğinden ve rom içtiğinden bahsediyorlar. Bunlar elbette suç değil. Ama sahipleniyorlarsa, anarken bunları da anlatmaları gerekmez mi?
Abdülhamid iktidarının sonu…
JÖN TÜRKLER, İTTİHAT VE TERAKKİ
1. Meşrutiyeti ilan ettiren Genç Osmanlıların takipçileri ideolojik çelişkilerle, savrulmalarla, tutarsızlıklarla da olsa Jön Türkleri ve İttihat ve Terakki hareketlerini yarattılar. Liberalizm, Osmanlıcılık ve hatta İslamcılık gibi akımların temel amacı, çökmekte olan imparatorluğu kurtarmaktı.
Anayasa, meclis bu açıdan önemli görülüyordu. Özellikle ordu ve devlet bürokrasisi içerisinde büyüyen rahatsızlıkların da oluşturduğu ortamla birlikte 2. ve 3. Ordu’nun isyan hareketlerinin sonucunda 2, Abdülhamit meşruti “Anayasa”yı yeniden yürürlüğe koymaya mecbur kaldı.
Padişah tahttaydı, hükümetin oluşturulmasının inisiyatifi perde arkasında kalan İttihatçılardı. 2. Meşrutiyet’in ilanından kısa süre sonra, 12 Nisan 1909’da ‘31 Mart Vakası’ diye bilinen gerici ayaklanma gerçekleşti. Bu isyan, İttihatçıların Selanik’ten Mahmut Şevket Paşa komutasında gönderdikleri orduyla bastırıldı. Ordunun Kurmay Başkanı Kolağası Mustafa Kemal Bey’di. Hatta bazı kaynaklarda “Hareket Ordusu” isminin Mustafa Kemal tarafından verildiği yazıyor.
İttihatçılar, 31 Mart’la Abdülhamid’in doğrudan bağlantısı olmadığını düşünüyorlar ama bununla beraber padişahı tamamen devre dışı bırakmak istiyorlardı. Sultan tahttan indirildi, bir trene bindirilerek İttihatçıların gözetiminde Selanik’e götürüldü. 3 yıl Selanik’te ev hapsinde tutulduktan sonra 1912’de İstanbul’daki Beylerbeyi Sarayı’na getirildi. 10 Şubat 1918’de İstanbul’da hayatını kaybetti.
Sonrası malum… Heba edilen eşitlik, özgürlük, kardeşlik düşleri, kurtarılamayan imparatorluk, başka bir baskı rejimi ve en nihayetinde 1. Dünya Savaşı felaketine topraklarımızın maruz kalması.
Sonuç itibariyle tarihsel meselelere de, şahsiyetlere de soğukkanlı, objektif kriterlerle bakmak faydalıdır. 2. Abdülhamid’e dair de öfke, koşulsuz sevgi ya da hamaset dışında değerlendirme yapmak mümkündür. Osmanlı’nın sömürgeleştirilmesini, çözülmesini, yıkılmasını ve bugünlere uzanan tarihi anlayabilme çabası için bu gereklidir.