Türklerin yaşadığı en eski salgın hangisi, Osmanlı'da ilk karantina ne zaman?

Abone ol

"İstanbul’da 1467 yazında çıkan şiddetli salgında ölenler o kadar çoktu ki cesetler gömülemeden kalıyordu. Kayıt tutulamadığı için ölü sayısı bilinmiyor"

Dünyayı tehdit eden, binlerce insanın ölümüne yol açan coronavirüs Türkiye’de de yükselen bir grafikle etkisini gösteriyor. Peki tarihte hangi salgınlar yaşandı, nasıl önlemler alındı, sokağa çıkma yasağı oldu mu, padişah mahkûmları serbest bıraktı mı, ilk karantina hastaneleri neredeydi, cenazeler nasıl kaldırılıyordu?

Cumhuriyet'ten İpek Özbey, Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nuran Yıldırım ile konuştu.

- Salgın tarihini araştıran biri olarak koronavirüsü nasıl bir yere koyarsınız?

Salgınlar tarihinin en çok insan kaybına neden olan hastalıkları veba, kolera ve İspanyol nezlesidir. Jüstinyen vebası, 541-750 yıllarında üç yüz yıl bütün dünyada dalgalanmalarla devam etmiştir. Roma İmparatoru I. Jüstinyen (527-565) zamanında çıktığı için bu isimle anılır. Veba, insanoğluna en büyük darbeyi 1347-1350 yıllarında “Kara Ölüm” adıyla anılan küresel salgınla vurmuştur. İspanyol nezlesi de 1918-1919 küresel salgınında milyonlarca insanı yutmuştur. Korona, hızla yayılan bir solunum sistemi hastalığına neden olduğu için, pandemik 1918-1919 İspanyol nezlesiyle ilişkilendirilebilir. İspanyol nezlesinin etkeninin o zaman bulunamamış olduğunu, genç bir askerin akciğerlerinden alınan ve formaldehitte saklanmış olan parçalar üzerinde yapılan incelemeler sonunda 1997 yılında tespit edilmiş olduğunu hatırlayalım. Günümüzde kısa sürede Covid-19 olarak adlandırılan virüse ait üç farklı suşun tam genom analizi yapılmıştır. İspanyol nezlesinden bu yana geçen yüz yıl içinde bilim ilerlemiş, hastaneler, hasta bakımı, sağlık elemanı ve ekipman bakımından çok yol alınmıştır. Bu bakımdan karamsarlığa kapılmamalı, Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı tedbirleri uygulamalıyız. Umarım bu küresel salgın en az kayıpla tarihe karışır.

- Türklerin yaşadığı en eski salgın hangisi, nereden geliyor?

Veba salgınları. 1347-1351 yıllarında bütün dünyaya yayılan veba salgınında sadece Avrupa’da milyonlarca ölüm olduğunu yazıyor kaynaklar. İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı Devleti’nde Kara Ölüm’ün ardışık dalgalanmaları olmuştur. İstanbul’da 1467 yazında çıkan şiddetli salgında ölenler o kadar çoktu ki cesetler gömülemeden kalıyordu. Kayıt tutulamadığı için ölü sayısı bilinmiyor. Hiç kimse evinden çıkmıyor, her taraftan hastaların feryatları ve inlemeleri yükseliyordu, şehir matem evi gibiydi. Bu sırada Rumeli seferinden dönmekte olan Fatih Sultan Mehmet yolda İstanbul’da veba salgını çıktığını haber alınca Misya’ya (Sırbistan) gitti. Kış başında veba salgını bitince İstanbul’a döndü. 1491’de İstanbul’da baş gösteren şiddetli veba salgınında Sultan II. Beyazıt da Edirne’ye çekilerek salgının geçmesini beklemişti.

- İstanbul hepsinden etkilenen bir kent mi?

Evet, bütün salgınlar İstanbul’u etkilemiştir. Asya ile Avrupa arasındaki kara ve denizyollarının kesiştiği kadim bir şehir olduğu için. Yoğun bir ticaret ve insan trafiği vardı.

- Bulaşıcı hastalığı olanlara ne yapılıyordu?

İstanbul’da 19. yüzyılın ilkyarısında çıkan veba salgınlarına tanıklık edenlerin anlatılarından şunları öğreniyoruz: 1831-1832 yıllarında veba görülen evler, mangalda yakılan çeşitli bitkiler ile tütsülenirdi. Eve getirilen her türlü eşya ile sebze ve meyveler, temiz ya da tuzlu su dolu bir tekneye atılıp bekletilirdi. Vebadan ölenlerin evleri ile bunlara bitişik evler boşaltılır, eşyaların tamamı yakıldıktan sonra temizlenip sahiplerine teslim edilirdi. 1835-1839 yılları arasında Türkiye’de bulunan Helmuth von Moltke, 22 Şubat 1837 tarihli mektubunda, veba salgını sırasında İstanbul’da yaşayan Frenklerin bulaşıcılığı artırdığı için evlerindeki halı, perde, kanepe gibi eşyaları yok ettiklerini, muşamba örtülü masalar kullandıklarını yazıyor.

- Bizde henüz yok ama Avrupa’da belgeyle markete gidenler var. Geçmişte de sokağa çıkmak için izin mi gerekirdi?

Özellikle kolera salgınlarında hastalık görülen evler kordona alınırdı. Ev halkının dışarıyla ilişkisi kesilir, kapısında bir jandarma beklerdi. Hastalığın yayılımına göre mahalleler ve şehirler de kordona alınırdı.

- Şimdi de gündemde olan bir konuyu sormak istiyorum: Tutuklular serbest bırakılır mıydı?

Büyük salgınlar çıktığı zaman padişah isterse mahkûmları salıveriyordu. Örneğin 1591’de İstanbul’da çıkan veba salgınında Padişah III. Murat mahkûmları affetmiş ve Boğaziçi’ndeki kasırlara çekilmişti.

- Cenazeler nasıl kaldırılıyor? Çok fazla ölüm var çünkü…

Veba salgınlarında ölenlerin bedenleri şehir kapılarında görevliler tarafından sayıldıktan sonra defnedilmek üzere surların dışına taşınıyordu. Bu kayıtların tutulduğu defterler ne yazık ki günümüze ulaşmamıştır. Kritovulos, 1467 İstanbul veba salgınında günde 600’ün üzerinde ölüm olduğunu ve cenazeleri gömmek için yeterli tabut, din adamı ve mezar kazıcısı bulunamadığını, kimi zaman bir tabuta iki üç ölü konduğunu ifade eder. Devlet veba kurbanlarını gömme görevini çingenelere vermişti. İstanbul’da 1865 yazında çıkan ve havaların soğumasıyla son bulan salgında dört ayda 30 bin kişi hayatını kaybetmişti. Bu salgını takiben 20 Şubat 1867’de yürürlüğe giren, “Defn-i Emvat Hakkında Nizamname” ile İstanbul’da meskûn yerler ile cami ve kiliselerin bahçelerine ölü gömmek yasaklandı. Karantina teşkilatı kurulduktan sonra vebadan ölenleri tespit amacıyla, İstanbul ve civarında ölümlerin mahalle imamı veya muhtar tarafından Sıhhiye Meclisi’ne haber verilmesi, ölülerin doktor muayenesinden sonra go¨mu¨lmesi esası benimsenmis¸ti.

- Peki yabancılar?

Bu kuralın yabancılara da uygulanacağı sefaretlere bildirilmişti. Mahalle imamları, hancılar kethüdaları ile Rum-Ermeni-Katolik Cemaatleri başkanlarına karantina izni görülmedikçe cenazelerin kaldırılmaması tenbih edilmişti (1848). Vebadan ölenler, mezarlarından yükselecek kötü kokular havayı kirletir endişesiyle, derin kazılmış kireçli mezarlara gömülüyordu. 1914’te kolera için çıkarılan bir tüzükte; koleradan ölenlerin mezarlıklarda yıkanması, yıkanma sularının kireçle dezenfekte edilmesi, şehir içine cenaze defnedilmemesi, cenazelerin şehir dışında etrafı duvarla kapatılmış, altından ve civarından suyolları geçmeyen bir mezarlığa gömülmesi esası benimsenmiştir.

‘ŞERİATA UYGUN’ FETVASI

- İlk karantina ne zaman, nerede hayata geçti?

İlk karantina uygulaması, “Kara Veba” salgınından sonra 1377’de Venedik ve Dubrovnik’te yapıldı. İlk karantinahane ise 1423 yılında Venedik yakınlarında Santa Maria di Nazeret adasında kuruldu. Osmanlı Devleti’nde ilk karantina uygulaması, 1831 yılındaki kolera salgını sırasında başladı. Daha önce Rusya’da ortaya çıkan hastalık (muhtemelen ilk kolera pandemisinin uzantısı) üzerine İngiltere, Fransa, Avusturya sefaret tercümanları bu öldürücü hastalığa karşı Rusya’dan Osmanlı limanlarına gelecek gemilere karantina tatbik edilmesini istediler. İki sene sonra 1831’de kolera salgını İstanbul’a gelince Karadeniz’den gelecek Osmanlı gemilerinin Büyük Liman’da (Sarıyer), diğer devlet gemilerinin İstinye Körfezi’nde beş gün karantina altında tutulması kararlaştırıldı.1835’te Akdeniz çevresini etkileyen kolera dolayısıyla Çanakkale’de karantina çadırları kuruldu, Marmara ve İstanbul’a gidecek gemiler bir süre bekletildi. Daha sonra karayolları güzergâhlarında pek çok karantina istasyonu kuruldu.

- İlk kolera hastanesi ne zaman kuruluyor?

1893 kolera salgınından itibaren geçici kolera hastaneleri açılmaya başlanmıştı. Bu salgında İstanbul’daki belediye daireleri birer kolera hastanesi açmış ve salgın bitince Şehremaneti yani İstanbul Belediyesi bu hastanelerde tedavi gören hastaların istatistiğini hazırlamıştır. İlk sağlık istatistiklerimizdir. 1910-1911 yıllarında İstanbul’a çıkan kolera salgınında, Gülhane Parkı’nda, 6 demontabl baraka ve 6 çadırla 123 yataklı kolera hastanesi açıldı. Parka giriş çıkışlar yasaklandı. Ayrıca şehrin çeşitli yerlerinde kolera hastaneleri faaliyete geçirildi.

- Karantinanın şeriata aykırı görüldüğü zamanlar da varmış...

Karantina kuralları arasında tecrit yanındaölülerin muayenesi, bulaşıcı hastalıktan ölenlerin kireçle gömülmesi gibi kurallar da vardı. Özellikle yabancı karantina hekimlerinin Müslüman kadınların ölülerini muayene edecek olmaları şeriata uygun görülmediği için karantina nizamının başladığı bir türlü ilan edilemiyordu. Babıâli'de devlet ricali ile ulemadan oluşan geniş bir meclis toplandı. Karantina kuralları şeriat açısından ele alındı. Tartışmalar sonunda karantinanın şeriata aykırı olmadığı kabul edildi ve ülke genelinde bir karantina teşkilatı kurulması kararlaştırıldı. Ardından Şeyhülislam Mekkizade Asım Efendi karantinanın şeriata uygun olduğuna dair fetva verdi. O dönemin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi’de bir yazı yayımlandı. 6 Mayıs 1838 tarihli bu yazıda hem karantinanın yararları anlatıldı hem de şeriata uygun olduğu belirtilerek Osmanlı Devleti’nde karantina usulünün kurulduğu ilan edildi.

- Kolerada hastaların evleri temizleniyor, aileleri de karantinaya alınıyor muydu?

Kolera salgınlarında hastaların evleri 1893’te İstanbul’da Gedikpaşa, Üsküdar ve Tophane’de kurulan üç tebhirhane/dezenfeksiyon istasyonu görevlileri tarafından dezenfekte ediliyordu. Evdeki eşyalar toplanıp en yakın tebhirhaneye götürülüyor, etüv makinesinde basınçlı su buharıyla dezenfekte edilip eve teslim ediliyordu. Tablo, ayna gibi eşyalar ise bir odada kükürt yakılmak suretiyle dezenfekte ediliyordu. Kolera çıkan evler “Karantina Meclisi”nin belirlediği süre içinde kordona alınıyor, giriş çıkışlar yasaklanıyordu.

- Ya yiyeceklere yasak?

Yiyecekler özellikle kolera salgınlarında yasaklanıyordu, çünkü kolera, kanalizasyon karışmış kirli sularla bulaşan bir bağırsak enfeksiyonudur ve şiddetli ishal ve kusma ile seyreder. Kolera salgınlarında bazı meyve ve sebzeler ile deniz ürünlerinin satışı yasaklanırdı. Yasağın nedeni bu ürünlerin kirli sularla sulanması ya da midye gibi kirli sularda bulunmasıydı.

- Büyük salgınların önü nasıl alınabildi?

Veba ve kolera salgınlarında karantina uygulaması etkili bir bariyer olmuştur. Büyük şehirlerde kanalizasyon sistemleri kurularak insanların veba taşıyıcısı farelerle teması kontrol altına alınmıştır. Koleranın kirli sularla bulaştığı anlaşıldıktan sonra şehir sularına fitreler takılmış, sokak ve çevre temizliğine önem verilmiştir. 1893 Yılında İstanbul Belediyesi’ne bağlı olarak kurulan tebhirhaneler/dezenfeksiyon istasyonları hem şehrin ortak alanlarında hem de hastalık görülen evlerde yaptıkları dezenfeksiyonlarla koleranın önlenmesinde etkili olmuştur.

KÜRESEL SALGINLAR EKONOMİYE AĞIR DARBELER VURUR

- Ekonomik sıkıntılar nasıl aşılıyordu?

Veba salgını çıkan köyler ve kasabalar gelir kaybına uğradıkları için ya vergiden muaf tutulur ya da vergilerinde indirim yapılırdı. Salgınların çıktığı dönemlerde üretim insan gücüne dayandığından tarlalar ekilip biçilemiyor, ticaret yapılamıyor, dükkânlar kapanıyor, çiftçi ve esnaf zarar ediyordu. 1491’de çıkan veba salgınından sonra İstanbul’daki bozacılar, “veba yüzünden bozahaneler işlemez oldu, zarar ettik” diye şikayet edince vergilerinde indirim yapılmıştır. Günümüzde de benzer uygulamalar yapılıyor. Küresel salgınlar ekonomiye ağır darbeler vurur.

I. ABDÜLHAMİD’İN KIZI ÇİÇEK SALGININDAN ÖLDÜ

- Salgın saraya kadar girdi mi hiç?

Bazı salgınların sarayı da etkilediği biliniyor. İstanbul’da çıkan 1836-1837 veba salgınında hastalık Topkapı Sarayı hizmetçilerine de bulaşmıştı. Vefat eden elli kadar hizmetçinin cesetleri Boğaz’a atılmıştı. Sultan II. Mahmud sarayı terk etmişti. Osmanlı sarayına giren diğer bulaşıcı hastalıklar, çiçek ile veremdir. Padişahlardan; I. Ahmed, III. Ahmed ve Sultan Abdülmecid’in çiçek çıkardığı biliniyor. I. Abdülhamid’in 1782’de dünyaya gelen kızı Fatma Sultan çiçekten ölmüştü. Oğlu Şehzade Mehmet Nusret de çiçek çıkarmış, Hekimbaşı ve bütün saray hekimleri şehzadenin tedavisi ile görevlendirilmişti. Padişah, şehzadenin sağlığına kavuşması için 10-15 seneden beri hapis yatan suçluları affetmişti. Osmanlı Sarayına giren verem, II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid yanında saray kadınlarının da ölümlerine neden olmuştur. III. Selim’in gözdelerinden Safinaz, II. Mahmud’un annesi Nakşıdil Sultan, II. Abdülhamid’in annesi Tirimüjgân Sultan ve Sultan Vahideddin’in annesi Gülüstü Sultan veremden ölmüştür. Saraydaki zayıf bünyeliler ile veremliler, havası iyi gelir düşüncesiyle Uludağ-Kadıyaylası’na gönderilirdi.

İHBAR ETMEYEN HEKİMLERE PARA, AİLE REİSLERİNE HAPİS CEZASI…

“Salgınlarda ihbar, yani hastalık vakalarının ilgililere haber verilmesi yayılımı kontrol açısından çok önemlidir. Önceleri ihbar mekanizması yoktu. İlk olarak 1893 yılında İstanbul’da başlayan kolera salgını sırasında, İstanbul Belediyesi sağlık teşkilatının nüvesi olan Hıfzısıhha-i Umumiye Komisyonu kuruldu. Hekim ve eczacılara, kolera veya benzer araz gösteren hastalıklarda ihbar mecburiyeti getirildi ve ihmali görülenlkerin hükümetçe sorumlu tutulacağı gazetelerle ilân edildi. 1913’te Memleket Tabipleri, Emraz-ı Sâriye Nizamnamesi’nin 1. maddesinde sayılan bulaşıcı ve salgın hastalıkları en yakın belediyeye ihbar etmeye mecbur tutuldu. İhbar formlarını doldurup haber vermeyen Memleket Tabipleri, 2-5 altın para cezasına çarptırılacaklardı. Daha sonra ihbar görevi aile reislerine verildi. 1919 sonbaharında İstanbul’da veba vakaları ortaya çıkınca, hangi milletten olursa olsun her aile reisi evinde çıkan ve 24 saatten fazla devam eden hastalığı belediyeye ihbar etmeye mecbur tutuldu. Gazetelerle bu emre karşı gelen aile reislerine hapis cezası verileceği duyuruldu.”

KIZ KULESİ VEBA HASTANESİYDİ

“1831 yılında askerler arasında veba vakaları görülmeye başlayınca vebalı askerler Kız Kulesi’nde tedaviye alındı. Bir süre, Kız Kulesi Mat’ûnîn Hastahanesi (Kız Kulesi Vebalılar Hastanesi) adıyla hizmet verdi. Kız kulesi, denizle çevrili olduğu için iyi bir tecrit yeri olduğu düşüncesiyle seçilmişti. İstanbul’da yaşamakta olan İtalyan Dr. Anton Lago (Antonio Lagope) ile Fransız eczacı A. F. Bulard, bu salgın sırasında Kız Kulesi’ndeki vebalıların tedavileri için üstün gayret göstermişlerdi.”

NEDEN NURAN YILDIRIM?

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü’nde 1990’da yılında doçent ve 1996’da profesör oldu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Başkanlığı’ndan emekli olduktan sonra Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde çalışmaya başladı. Salgınlar ve bulaşıcı hastalıklar tarihine ilişkin yayınları olan Yıldırım, salgınlarla mücadelenin etkin kurumlarından tebhirhaneler/dezenfeksiyon istasyonları hakkındaki ilk araştırmalar ve yayınlara da imza attı. Koronavirüs günlerinde bize de sormak kaldı.

Müzede şüpheli ölüm: Dolmabahçe Sarayı’ndaki gişe memuru koronavirüsten mi öldü? Güncel CHP’den Habur uyarısı: Parayı bastıran sınırı geçiyor Güncel Soylu'dan çok sert maske uyarısı: Fabrikalarına el koyarız Güncel Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş: Yarından itibaren yatsı ezanı sonrası camilerden dua sesleri yükselecek Güncel