Yeni Şafak'tan Nihat Genç'e yanıt
Yeni Şafak gazetesi yazarı Süleyman Seyfi Öğün’den, Nihat Genç'e yanıt geldi.
Odatv yazarı Nihat Genç’in geçen hafta kaleme aldığı, “Kelle paça suratlı motosiklet egzozu sesiyle zikir çeken zorba deliler nereden geldi” başlıklı yazısına, hükümete yakın Yeni Şafak gazetesi yazarı Süleyman Seyfi Öğün’den yanıt geldi.
Nihat Genç’in yazısındaki eleştirilere “temelde” katıldığını söyleyen Süleyman Seyfi Öğün, dildeki bu kabalaşmanın toplumun her kesimde olduğunu ifade etti.
Yeni Şafak yazarı Öğün’ün yazısı şöyle:
“Yazar Nihat Genç, son yazısında, kendisine has keskin, ağır diliyle dinsel söylemin kabalaşmasına değiniyor. İddialarının yaban atılır bir tarafı olduğu söylenemez. Bir zamanlar, Anadolu ve Rumeli sathına dağılmış, din büyüklerinin, kanaât önderlerinin o zârif üslûbuna, hâl ve hareketlerine yazıklanarak medhiyelerde bulunuyor. Artık o insanların kalmadığını, bunun yerini din adına bağıran çağıran, suçlayan, kaba insanların aldığından şikâyet ediyor. Sayın Genç’in değerlendirmeleri bana düşündürücü geldi ve bu yazıya ilhâm verdi…
Peşinen söyleyeyim; Sayın Genç’in eleştirilerine temelde katılmamak mümkün değil. Türkiye’nin yakın kültürel târihi, hâl ve gidişten birkaç defâ sınıfta kalacak kadar kirlendi. Tarz, tavır, konuşma ve davranış bozukluğu had safhada. Bu durum dinî çevrelerde de yaygın. Yarım yamalak , kör topal din bilgileriyle etrafına dehşet saçanlardan geçilmiyor. Ama daha beteri, sözüm ona dînen iyi yetişmiş olduğundan şüphe edemeyeceğimiz bâzı titré sâhibi şahısların da bu kervana katılmaları. Epistemolojik birikim seviyesinin yüksek olması, etik bir olgunlaşmayı da her zaman ve bizatihî berâberinde getirmiyor. Hiç kimse “yanılma payını”, eksikliklerini kabûl etmiyor. Maşaallah herkes her şeyi en mükemmel şekilde biliyor…
Sayın Genç’in “zehir zemberek” yazısında eksik olduğunu düşündüğüm bir taraf var. Üslûp kirliliği sâdece dinî çevrelerde görülmüyor. Bu kirlilik genel bir kirlilik ve “sosyolojik” mâhiyette. Bir olgunun sosyolojik olmasının değişik çağrışımları var. İdeolojik bakışın kararttığı, göstermediği süreklilikleri, benzerlikleri görmek ve gösterebilmek için de “sosyolojik” ibâresi kullanılabiliyor. Ezcümle, üslûp kirliliği sâdece dînî çevrelerde değil, seküler çevrelerde de son derecede yaygın. Carl Schmitt, toplumsal ve siyâsal hayatların “teoloji” yüklü olduğunu vurguluyordu. Ne kadar doğru… İster dînî teoloji ve ideoloji üzerinde olsun; ister seküler teoloji ve ideoloji üzerinden; üslûp bozukluğu en kuvvetli kültürel paydalardan birisi olarak tezâhür ediyor.
Üslûp bozukluğu esasta modernleşmenin armağanı. Burjuva dünyâ görüşünün başat iddialarından birisi, hakîkâtı gizleyen form ve formasyonları hedefine koymuştu. Bunun sebebi, aristokrasiye karşı yürüttüğü kültürel mücâdelede yatar. Burjuvalar; aristokrasi, daha genel manâda saray toplumlarının formalizminin, haksız bir şekilde târihsel bir şişmeye sebep olduğunu, hayâtın saflığını bozduğunu, hayâtın özüne karşılık gelen hakikâti dejenere ettiğini düşünüyorlardı. Aristokratlar veyâ genel manâda seçkinler , eşitsiz toplumsal ilişkileri sürdürebilmek için incelikleri abartıyor, bu inceliklerden nasiplenmediklerini düşündükleri avâmı da aşağılıyorlardı. Burjuvaların eşitlik tutkusu-çok da haksız sayılmazlar- buna karşı , enerjik bir protestoydu.
Aristokrasi ile burjuvalar arasındaki kavgada görülmeyen ise, inceliklerin ara toplumsal gruplardaki dağılımıydı. İncelirken, aşağılamayan, ve incelmeyi moral değerlerle, inançlarla buluşturan, aristokrasi dışı gruplar da mevcuttu. Ama burjuvaların protestoları, husûsen burjuva radikallerinin gözükaralığı bu ayırımı görmedi. Genel manâda incelmeyi yozlaşma ile eş tuttu. Âdeta penisilin etkisi gibi bir şeydi bu. Târihsel “zararları” tasfiye ederken ayırımcı davranmadılar. Toptancı yargılardan hareket ettiler. İncelikleri sahteliklerle eşleştirip tasfiye etmeyi tercih ettiler.
Özcülük olarak da tarif edilen çıplak hakikât tutkusu; doğacılık, bilimcilik, akılcılık, hesaplılık veya ideolojilerden hangisi ile eşleşirse eşleşsin kültürel olarak çölleştirici bir etki doğurdu. Modern din zihniyeti de buna göre şekil aldı. Sekülerler doğada saflığı ararken, dindarlar da İlâhi hakikâtin saflığına ,dînin özüne sadâkât fikrine yaslandılar. Ama en tuhaf olanın sürecin psişik tarafıyla alâkalı olduğunu düşünüyorum. Hakikâtin kâşifleri, keşiflerinden bir hırsızlık da türetmekten geri kalmadılar. Hakikâte ermek iddiası şaşırtıcı bir şekilde bireyselleşti. Ve hakikâte eren Tanrı’dan rol çalmayı da ihmâl etmedi.Bu, modern otoritenin kaynaklarına götürüyor bizi. Bugün bize ihtiraslı bir şekilde hakikâti anlatan , en küçük bir farklılığı sapkınlık olarak gören ve gösteren “otoriteler” i kastediyorum.
Bunların ağır bir neticesi daha var. Hakikât, yaşanan hayâtın dışında olduğu ve hayâtlar bu hakikâte göre bizâtihî sapkın olduğu için , praksis de değer kaybetti. Velhâsıl formları kasıtlı reddi, amellerin ihmâli ile eşleşti. Un Budha filmindeki bir diyalog bunu anlatır. Bir felsefe profesörü ile tartışan kız arkadaşı, Doğu ile Batının-bunu gelenek ve modernlik olarak da alabiliriz-arasındaki farkın, ikincisinin mutandan ve parlak bir ahlâk söyleminde bulunurken özel hayâtında ahlâksız yapabilenlere geçit verirken; ilkinin praksisi(amelleri) esas aldığını ve bu ikiyüzlülüğe fırsat tanımadığını söyler.
Seçkinliği çok başka bir şekilde tarif eden Konfüçyüs ile tamamlayalım: Büyük Usta talebelerine şöyle sesleniyordu: Eğer bir yerde biçim özü unutturuyorsa, bilin ki orada yüzeysellik vardır. Eğer bir yerde öz biçimi unutturuyorsa bilin ki orada kabalık vardır. Eğer bir yerde , ikisi birbirini unutturuyorsa, bilin ki orada seçkinlik vardır…”