Yılmaz Özdil: Andımız, tarikatçı ve cemaatçi nesillerin panzehiridir

Abone ol

Sözcü yazarı Yılmaz Özdil, Andımız'ın yazarı Reşit Galip'i köşesine taşıdı. Özdil, "Andımız… Bölücü-tarikatçı-cemaatçi-zırcahil nesillerin panzehiridir." görüşünü dile getirdi.

Sözcü yazarı Yılmaz Özdil, Andımız'ın yazarı Reşit Galip'i köşesine taşıdı. Özdil, "Andımız… Bölücü-tarikatçı-cemaatçi-zırcahil nesillerin panzehiridir." görüşünü dile getirdi.

Özdil'in konuyla ilgili bugünkü yazısı şöyle:

Alman'a Alman diyor.

Rus'a Rus diyor.

İngiliz'e İngiliz diyor.

Fransız'a Fransız diyor.

Japon'a Japon diyor.

Arap'a Arap diyor.

Sadece Türk'ten rahatsız oluyor.

Türk'e Türk diyemiyor.

Andımız'ı yasaklamaya çalışmalarının birinci sebebi budur.

İkinci sebebi ise, ki bana göre daha önemlisi, şudur…

Reşit Galip.

Rodos doğumluydu.

İtalyanlar Trablus savaşı sırasında oldu bittiye getirip Rodos'u işgal edince, henüz 17 yaşındayken doğduğu toprakları kaybetmenin acısını yaşadı… Kayıkla Marmaris'e geçti, İzmir'e geldi.

Bugün Büyük Efes Oteli'nin karşısında yeralan ve Ticaret Lisesi olarak eğitim veren Fransız kolejinden diploma aldı, İstanbul'a gitti, Tıbbiye'ye kaydoldu, Hakikat adıyla gazete, Sivrisinek adıyla mizah dergisi çıkardı, yurtsever, özgürlükçü fikirlerini kaleme aldı.

Gönüllü oldu, Balkan Harbi'ne katıldı, yaralandı, gönüllü oldu, Kafkas cephesi'nde vuruştu, Tıbbiye'yi 1917'de bitirebildi.

Milli mücadele başlayınca, Kuvayı Milliye'ye katıldı, Aydın'da Denizli'de çarpıştı, sahra hastanelerinde hekim olarak görev yaptı.

Mustafa Kemal'le Mersin'de tanıştı.

1923 yılıydı.

Türk Ocağı'nın açıkhava toplantısı için eşi Latife'yle birlikte şehre gelen Mustafa Kemal'e, padişah tahtı gibi varaklı filan iki süslü koltuk hazırlamışlardı. Mustafa Kemal'in kan beynine sıçradı, “nedir bu maskaralık” diye bağırdı, halkın oturduğu tahta sandalyelerden iki tane çekti, Latife'yle birlikte halkın arasına oturdu.

Konuşmacılardan biri 25 yaşındaki Reşit Galip'ti.

Kürsüye çıktı.

Parmağıyla Mustafa Kemal'i işaret ederek “sen” dedi…

“Sen Gazi Paşa, sen bu milletin yalnızca kurtarıcısı, yalnızca kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün, çünkü sen bu milletin ferdisin, senin asıl büyüklüğün, bütün o büyüklüklere rağmen ‘milletin ferdiyim' diye övünmendir. Bu millet geçmişinde de hakikaten kahramanlar görmüştür, mağlubiyetleri galibiyetlere çevirdiler, milli hudutları zafer içinde genişlettiler, dahiler çıktı, bozulan devlet işleyişini düzelttiler, fakat onların, o sultanların o vezirlerin hepsi, o kadar mağrur oldular ki, artık kendilerini bu milletin bireyi saymayı, kendileri için alçalma, hakaret saydılar. Milletin kemikleriyle kurulmuş, kanlarıyla sıvanmış saraylarda, malikanelerde yaşamayı tercih ettiler. Bu kanlı kemik yığınları üzerinden milletlerine hakaretle baktılar. Milleti hayvan sürüsü, kendilerini de bu sürüyü güdecek, gökten inmiş vücutlar sandılar. Yani artık bu milletin bir ferdi olmak istemediler. Halbuki sen… Evrensel şanların şereflerinle beraber yine içimizdesin. Yine ‘ben bu milletin ferdiyim' diyorsun. Dertleşmek için yine gelip bizi buluyorsun. İşte bu nedenle büyüksün, işte bu nedenle her büyükten daha büyük oluyorsun. Bu milletin ferdi olmakla iftihar eden sen Gazi Mustafa Kemal Paşa, bin yaşa” dedi.

“Sen” diye hitap etmesi etraftakileri endişelendirmişti.

Halbuki tam tersine…

İçimizden biri olduğunu özellikle belirtmek için “sen” demişti.

Mustafa Kemal'in en onur duyduğu paye, içimizden biri olmasıydı.

Gözünü budaktan sakınmayan bu Kuvvacı genç hekim, iki yıl sonra, 1925 seçimlerinde Aydın milletvekili oldu.

Halkevleri'nin kuruluşunda etkin rol oynadı.

Sonradan Türk Dil Kurumu'na dönüşecek olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin yönetiminde yeraldı.

Yıllar aktı geçti, 1931 oldu.

Mustafa Kemal İstanbul'daydı.

Hukukçularla, tarihçilerle, sanatçılarla oturulan Dolmabahçe'deki sofranın o akşamki konusu eğitimdi.

Her servis tabağının yanında birer not defteri vardı, konuklar hem sohbet ediyor, hem not alıyordu.

Yemek bahaneydi…

Demokrasi sofrasıydı.

Özgürce konuşuluyordu.

Herkes fikrini açık açık dile getiriyordu.

Lafını esirgemeyen atak devrimci Reşit Galip, masadaydı.

Ve, milli eğitim bakanı Esat Sagay'ı yerden yere vuruyordu.

Tartışılan konu, kız öğrencilerin kıyafetiydi.

Esat Sagay, kız öğrencilerin kısa kollu gömlek giymelerini, etek ve kısa çorap giymelerini uygun bulmuyordu, bunların giyilmemesi konusunda genelge yayınlamak istiyordu.

Reşit Galip ateş saçıyordu, “bu gericiliktir” diyordu.

“Devrimlerimizin en büyüğü kadınlara tanınan haklardır, kız öğrencilerimizin gömleğinden eteğinden rahatsız olmak, aslında kadın özgürlüğüne sınır çizmektir, devrimleri zedeleyecek icraatlar hoş görülemez, bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez” diyordu.

Masanın başında oturan Mustafa Kemal müdahale etti.

Esat Sagay, Harbiye'den öğretmeniydi.

“Burada bulunmayan hocam hakkında böyle konuşmanıza müsaade edemem, onun da bulunduğu ortamda konuşursunuz” dedi.

Reşit Galip öfkeyle kafa tuttu.

“Biz karşılık beklemeden Ege dağlarında mücadele ettik, yırtık gömlekle çalışıyoruz, siz bizi azarlıyorsunuz” deyiverdi.

Sofra tel gibi gerilmişti.

Mustafa Kemal babacan bir ses tonuyla karşılık verdi, “vakit hayli ilerledi, yoruldunuz sanırım, buyrun istirahat edin” diyerek, kibarca sofradan kalkmasını istedi.

Ama, Reşit Galip geri adım atmadı, aksine iyice diklendi.

“Burası sizin sofranız değil, milletin sofrası, milletin işlerini görüşüyoruz, burada oturmak sizin kadar benim de hakkım” dedi.

Ve maalesef, ağzından daha ağır bir cümle çıktı…

“Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum, hatayı yapan siz de olsanız, yüzünüze konuşurum, mesela Rose Noir'a verdiğiniz kredi mektubu, siz yazdınız diye hata olmaktan çıkmaz” dedi!

Hava iyice buz kesmişti.

Memleketin en güçlü insanı Mustafa Kemal, dünya demokrasi tarihine geçecek bir davranışta bulundu.

“Öyleyse ben kalkayım” dedi!

Kalktı, salondan çıktı.

(Reşit Galip'in Rose Noir konusundaki ithamı, bardağı taşıran damlaydı. Çünkü… Rose Noir, Beyoğlu'nda Beyaz Rus bir çiftin işlettiği gece kulübüydü, Mustafa Kemal'in uğramaktan hoşladığı favori mekanlardan biriydi, bir akşam mekanın sahipleri şikayetçi olmuşlar, İş Bankası'ndan kredi talep ettiklerini ama kendileriyle ilgilenilmediğini anlatmışlardı, Mustafa Kemal de “ilgileniniz lütfen” diye bir not yazarak, İş Bankası genel müdürüne iletmeleri için kendilerine vermişti. İş Bankası genel müdürü Muammer Eriş, bu not üzerine, Rose Noir'in sahipleriyle görüşmüş, finansal durumlarını incelemiş ve krediyi vermemişti! Sonra da Dolmabahçe'ye gelerek, bizzat Mustafa Kemal'e bilgi vermiş, Rose Noir'ın kredi alabilmeye uygun olmadığını, yoksa Beyaz Rus olmalarından kaynaklanan herhangi bir önyargı olmadığını anlatmış, Mustafa Kemal de İş Bankası'nı doğru kriterlerle yönettiği için kendisine teşekkür etmişti. Yani… Mustafa Kemal'in kredi mektubu vermesi, bu mektup üzerine kredi verilmesi filan söz konusu değildi. Zaten, kızkardeşine, eniştesine, en yakın arkadaşlarına bile asla torpil yapmayan Mustafa Kemal'in herhangi birine ayrıcalık istemesi mümkün müydü?)

“Öyleyse ben kalkayım” dedi!

Kalktı, salondan çıktı.

Peşinden, diğer konuklar kalkıp gitti.

Reşit Galip sofrada yapayalnız kaldı.

Saat geceyarısını geçmişti, pencere kenarında bir koltuğa oturdu, sabah olmasını bekledi.

Mustafa Kemal uyandığında Reşit Galip gitmişti, genel sekreter bilgi verdi, “sabaha kadar bekledi, mahçubiyetini size iletmemizi istedi, bir de Ankara'ya gidecek kadar borç istedi, 25 lira verdik” dedi.

Mustafa Kemal'in üzüntüsü yüzünden okunuyordu, “Ankara'ya kadar gidecek adama 25 lira mı verilir, bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz, cebinde beş parası yok ama karakterinden taviz vermiyor, parası yok ama cesareti var” diye mırıldandı.

Bu tatsız hadise kulaktan kulağa yayıldı.

Ankara'ya dönen Reşit Galip her girdiği ortamda ağır eleştiriye uğruyordu, ölçüyü kaçırdığı için suçlanıyordu.

Tatsızlığa elbette yine Mustafa Kemal son verdi.

Bir hafta kadar sonra Reşit Galip'i yine sofraya davet etti, hemen yanındaki koltuğa oturttu, her zamanki sıcaklığıyla hiçbir şey olmamış gibi sohbet etti.

Ve bir yıl sonra… Fikirlerini savunmak için karakterinden taviz vermeyen, zoru görünce eğilip bükülmeyen, kendisine bile kafa tutmaktan çekinmeyen bu mangal yürekli devrimciyi Milli Eğitim Bakanı yaptı!

Andımız'ı…

İşte bu Reşit Galip yazdı.

Bakanlığı döneminde üniversite reformu yaptı, medrese kalıntısı öğretim üyelerini tasfiye etti, öğretmenlere genel bütçeden düzenli maaş ödenmesini sağladı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ni hayata geçirdi, maalesef zatürree oldu, bakanlığı bırakmak zorunda kaldı.

Evine çekildi.

Karyolasını kütüphanesine taşıttı.

41 yaşında…

Fotoğrafta gördüğünüz halde, kitapları arasında son nefesini verdi.

Topraktan önce, adeta kitaplarına gömülmüştü.

Rahmetli olduğunda cebinde sadece beş lirası vardı.

Hekim, milletvekili, bakandı.

Sadece beş lira.

Üç kızı vardı.

Ev kiraydı.

Eşi, Afet İnan'dan yardım istedi.

Mustafa Kemal'in haberi oldu.

Reşit Galip'in emanetlerine başlarını sokacak bir ev alındı.

“Ne Mutlu Türküm Diyene” kavramının ruhu, budur.

“Yurdumu milletimi özümden çok sevmek” budur.

“Varlığım Türk varlığına armağan olsun” budur.

Türk alerjisi olanların zannettiği gibi, herhangi bir etnik kökeni dışlamaz, Ne Mutlu Türküm Diyene bütünlüğü içinde, anayasal haklarla vatana millete aidiyeti, Cumhuriyet ideallerini barındırır, saygıyı, sevgiyi içselleştirir, kalkınma hedefini simgeler.

Andımız'a yönelik husumetin, kinin, nefretin sebebi gayet açıktır…

Andımız okutulan milli eğitim sistemi, Reşit Galipler gibi yurtsever, özgür karakterli, özgüvenli, mücadeleci, toplumcu, sorumluluk duygusuna sahip, ilerici, insan odaklı evlatlar yetiştirmeyi amaçlar.

Andımız…

Bölücü-tarikatçı-cemaatçi-zırcahil nesillerin panzehiridir.

THK yine ihale dışı bırakıldı! Güncel Hükümet, geçici işçilere verdiği ‘kadro’ vaadini unuttu Güncel Kenan Sofuoğlu 2 yaşındaki çocuğuna motosiklet şovu yaptırdı! Güncel İstanbul'da 4 ilçede uyuşturucu operasyonu Güncel