Türkiye’de çoğu siyasal analiz 12 Eylül 1980 darbesi ile başlar. Darbe ve 24 Kasım 1983’te meclisin yeniden toplanmasına kadar süren askeri rejim önemli bir kırılma Türkiye tarihi açısından. Üzerinden 42 yıl geçse de sadece geçmişin değil aynı zamanda bugünün ve yarının da bir parçası. 42 yılda kuşaklar değiştikçe 12 Eylül’e dair belleğin farklı politik ihtiyaçlarca inşası, silikleştirilmesi, adalet getirecek sahici bir yüzleşmenin gerçekleşmemiş olması bu darbeyi (ülke tarihinin diğer darbelerini de) hala gündemimizde tutuyor.
Liberal, sol liberal ve muhafazakâr anlatılar 12 Eylül’ü basitçe ordunun kendi iktidarını tesis etme arayışının bir sonucu olarak gördüler. Türkiye’deki otoriter siyasal rejimin tek kaynağının da ordu ve ilintili “vesayetçi” bloğun kendi iktidar arayışı olduğunu ileri sürdüler. Böylelikle de hem 12 Eylül’ün hem süregiden otoriterliğin Türkiye’de neoliberal kapitalizmin ekonomik, siyasal ve ideolojik alanlardaki sınıfsal dinamikleriyle ilişkisini görünmez kıldılar.
12 Eylül darbesi ve hayata geçirdikleri, 1970’lerin ortasından itibaren dünya ve Türkiye kapitalizminin girdiği krizden ve buna karşı üretilen cevaptan ayrı düşünülemez. 1973’te Şili ve Uruguay, 1976’da Arjantin’de yaşanan askeri müdahaleler, ekonomiyi, toplumu, devleti, siyaseti, ideolojik ve kültürel alanı radikal biçimde yeniden yapılandırdılar. Bu askeri rejimler, 70’lerin sonundan itibaren ABD ve İngiltere’de göreceğimiz Yeni Sağ siyasetlerle gerçekleştirilecek neoliberal kapitalizme geçişin yarı-çevre kapitalist toplumlar bağlamında gerçekleşme biçimiydi: Militarizm yoluyla neoliberalizmin tesisi.
12 Eylül askeri rejimi de Türkiye’de neoliberal kapitalizmi tesis etti; sermaye birikim modelini, sınıfsal sosyo-politik güç ilişkilerini, devletin kurumsal mimarisini, siyasal alanın sınırlarını yeniden yapılandırdı.
12 Eylül’ün hem şiddet ve baskı dozu hem de sonrasında inşa ettiği otoriter-militarist devlet yapılanması, 1970’lerin ortasından itibaren gitgide derinleşen sermaye birikim krizi, hegemonya krizi ve devlet krizinin bir sonucu ve muktedirlerin bu krize cevabıydı. Bu doğrultuda, askeri rejimin temel hedefi işçi sınıfının bağımsız toplumsal, sendikal ve siyasal örgütlenmeleri idi. Devletin kısa vadede stratejisi ağır şiddet kullanımı, uzun vadede stratejisi ise bu kesimlerin siyasal gücünü imkânsız kılacak şekilde devletin ve siyasal alanın yeniden yapılandırılmasıydı.
12 Eylül askeri rejiminin en büyük icraatlarından biri neoliberal politikalara dayalı yeni bir sermaye birikim rejimine geçişi gerçekleştirmesiydi. 24 Ocak 1980’de ilan edilen ekonomi kararları dönemin güçlü işçi sınıfı muhalefeti ve güçsüz hükümet koşulları altında istenildiği gibi uygulanamadı. Askeri rejim, hem 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal’ı ekonominin başına getirdi hem de bu politikaları hayata geçirdi. Bunun önkoşulu ise sendikalar başta olmak üzere işçi sınıfının örgütlü gücünün tarumar edilmesiydi. Darbenin hedefinde bağımsız sınıf siyaseti yürüten emek örgütleri (esas olarak DİSK) ve devrimci sol hareket yer aldı.
DİSK yönetici ve temsilcileri gözaltına alındı, işkence gördü ve çok sayıda kişi uzun yıllar hapiste kaldı. Kapatılması ve 52 yöneticisi için idam cezası istenilen DİSK davasında 261 sendikacı ve 3 uzman 5 yıl 6 ay ile 15 yıl 8 ay arasında hapis cezasına çarptırıldı. DİSK’in ve üye sendikaların kapatılmasına ve mal varlığına el konulmasına karar verildi. Açılan davanın 1991 yılında beraatle sonuçlanması ile birlikte 11 yıl sonra yeniden sendikal hayata dönebildi. HAK-İŞ yöneticileri darbeyi destekledi, kendilerinin anarşi faaliyetinde bulunmadıklarını beyan etti ve kısa bir süre sonra Şubat 1981’de yeniden mal varlığına kavuştu ve çalışmalarına devam etti. 12 Eylül’de faaliyetleri durdurulan MİSK’e ise dava açılmadı. Türk-İş’in faaliyetleri 12 Eylül Darbesi sonrasında durdurulmadı. Dahası Türk-İş yönetimi darbeye açık destek verdi. Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide darbe hükümetinde Sosyal Güvenlik Bakanı olarak görev aldı.
Dönemin TİSK, TÜSİAD, TOBB dahil tüm sermaye örgütleri ve sermayedarları darbeyi ve askeri rejimi açıkça destekledi. Birkaç alıntıyla örnek verecek olursak; İzmir Ticaret Odası Başkanı Dündar Soyer “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak Kararları’nın sonucu çok dehşet verici bir tablo olurdu… Bu uygulamalara 12 Eylül Kararları mı demek lazım, 24 Ocak Kararları mı? Artık bilemem”; İSO Meclis Başkanı İbrahim Bodur “Kararların alınması kadar, 12 Eylül’den sonraki yönetimin bunlara devamlılık sağlaması da büyük önem taşımaktadır. 24 Ocak Kararları’nın başarıya ulaşmasında en büyük pay bu yönetime aittir” dediler. Darbenin başındaki Kenan Evren’e yazdığı mektupta Vehbi Koç “millet hayrı için vereceğiniz mücadelede, zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum … emrinize amadeyim” derken; Kenan Evren 1991’de “Eğer 24 Ocak Kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir” diyordu. Örnekler çoğaltılabilir….
12 Eylül askeri rejimini destekleyen toplumsal blokta burjuvazinin tüm fraksiyonları ve örgütlerinin yanı sıra Aydınlar Ocağı’nda örgütlü milliyetçi-muhafazakâr entelijansiya, aynı çizgideki siyasi elitler, ana akım basının büyük çoğunluğu, istikrarsızlık ve kriz ortamından yorulmuş toplumsal kesimler yer aldı.
12 Eylül askeri rejimi işçi sınıfının bağımsız sendikal örgütlenmelerinin yanı sıra sol siyasi örgütleri, demokratik kitle örgütlerini, üniversiteleri ve üniversite gençliğini, Kürtleri ve Alevileri hedef alan politikalar izledi.
Gözaltında ve askeri cezaevlerinde işkence öncelikle ve esasen sol hareketin kadrolarını, Kürtleri ve tarafsızlık görüntüsü verebilmek için kısmen ve sınırlı olarak ülkücü militanları hedef aldı. Bu dönem zarfında, çırıl çıplak soyma; taciz, tecavüz tehdidi ve pratiği; taş zemine yatırıp üzerine su sıkma; cinsel organlara, çenelere, kulak memelerine elektrik verme; vücutta sigara söndürme; makata cop sokma; Filistin askısı, falaka ve dayak; ağza silah dayama, tavana asmakla pencereden atmakla tehdit; dışkı yedirme; cezaevlerinde askerî disiplin, eğitim kurallar çerçevesinde kişiliğe yönelik psikolojik saldırılar vb. işkence yöntemleri uygulandı. Mamak ve Diyarbakır cezaevleri işkencenin en yoğun ve ağır yaşandığı yerler oldu.
Askeri rejim, siyasi partileri kapattı, demokratik bir hak olan örgütlenme hakkını burjuvazi dışında herkes için tümden ortadan kaldırdı. Sendikaları, meslek örgütlerini, dernekleri ve kooperatifleri yasakladı. Gazetelerin yayın hayatına son verdi; binlerce yayına yasak getirdi. Askeri rejimin ana hedeflerinden biri yeni bir devlet biçimini ve siyasal rejimi kurumsallaştırmak ve daimi kılmaktı. 1982 Anayasası devleti kutsallaştırdı, toplum ve birey karşısında devlete mutlak bir öncelik atfetti. Tüm temel, siyasal ve sendikal hak ve özgürlükler devletin bekası, milli güvenlik, kamu düzeni ve genel ahlak gibi keyfi yorumlara açık gerekçelerle hiç olmadığı kadar kısıtlandı. Güçlü devlet - güçlü yürütme yaratmak adına yasama ve yargı karşısında yürütme hakim kılındı. Yürütmenin içinde de karar alma mekanizmaları başbakan veya doğrudan başbakanlığa bağlı kurumlar, arttırılan yetkileriyle Cumhurbaşkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu gibi kurumlarda toplanarak daha da merkezileştirildi. Yasama karşısında yürütmeyi güçlendirmek için yasalar yerine kanun hükmünde kararnamelerle yönetim başladı. Yargı bağımsızlığı bozuldu; yargı denetimi etkisizleştirildi. Siyasal partilerle ilgili hükümlerle siyasal partilerin toplum ile bağ kurması engellendi. Partiler devlet denetimine sokularak faaliyet alanları sınırlandırıldı ve kapatılmaları kolaylaştırıldı. Yüzde 10 ülke barajı uygulamasını barındıran yeni seçim kanunu ile temsilde adalet ilkesi yürütmenin istikrarı adına terk edildi. Üniversite özerkliği ortadan kaldırıldı ve üniversiteler tamamen Yükseköğretim Kurumunun (YÖK) denetim ve gözetimine sokuldu ve devlet organları haline getirildi. 12 Eylül askerî rejiminin inşa ettiği otoriter devletin merkezinde ordu yer alıyordu. Askerî bürokrasi yürütmenin hükûmet ve cumhurbaşkanıyla beraber üçüncü başı olarak tarif edildi. MGK her açıdan güçlendirildi ve etkili kılındı, üye yapısında askerlerin hâkimiyeti sağlandı.
Ezcümle 12 Eylül Türkiye’de eşitlik, özgürlük ve demokrasi yanlısı toplumsal ve siyasal aktörleri ezme hedefiyle hareket etti. Başka bir dünyayı ve Türkiye’yi mümkün kılma mücadelesini yok etmek istedi. 12 Eylül’e dair belleğin inşasında bunu geri getirmek, bunu açığa çıkarmak bugünün eşitlik, demokrasi ve özgürlük mücadelesi için de elzem.
Levent Köker, yeni bir yazısında Şili halkının “anıt yazısı”nı hatırlatıyor bizlere: “Belleksiz bir halk, geleceksiz bir halktır!” 12 Eylül belleğinin inşası için sürdürülen çok önemli bir çalışmayı duyurarak bu yazıyı bitirmek isterim. Eylem Delikanlı ve Aylin Tekiner’in direktörlüğünde bir çalışma ekibi tarafından hazırlanan Tarihsel Adalet İçin Bellek Müzesi, 12 Eylül askeri darbesi sürecinde işlenmiş insanlığa karşı suçlara odaklanan bir dijital müze. Sürekli geliştirilecek olan bu dijital müze sözlü tarih, dava dosyaları, bellek nesneleri koleksiyonlarını içeriyor. Geleceğimiz için belleğimizin inşasına katkı hepimiz bir için büyük bir sorumluluk.