12 Eylül askeri darbesinin üzerinden 42 yıl geçti. Tarih cetvelinde nokta kadar bir yer kaplamıyor, fakat insanın kısa ömrü için uzun bir zaman dilimi. Gadrine uğrayanların, şahit olanların, yakınlarını yitirenlerin hayatlarından hiç çıkmayan 12 Eylül bugünün genç kuşakları için epey uzakta kalmış bir tarih. Bu doğal zamanaşımının ve elbette genç kuşakların kabahati olmayan toplumsal hafızamızın zayıflığının yarattığı boşluk ancak toplumsal mücadelelerle, sol tarafından giderilebiliyor.
Diğer yandan 12 Eylül “akılda tutulma, unutulmama” meselesinin çok ötesinde bir anlam taşıyor. Kestirmeden ifade edecek olursam, ülkemiz 12 Eylül rejimiyle yönetilmeye devam ediyor. Dolayısıyla darbeyi anlamak, nedenlerini, sonuçlarını ve bugüne kadar gelen süreci değerlendirmek yalnızca kısa tarihimizin değil, bugünün ve geleceğimizin konusu.
Dövüle dövüle karanlık, rutubetli bir yere getirildiğimizi düşünelim; gözlerimiz bağlı. “Konuş” diye bağırıyorlar, tırnaklarımızı söküyorlar, elektriğe bağlıyorlar, baş aşağı asıyorlar, Filistin askısına asıyorlar, koltuklarınızın altına haşlanmış yumurta koyuyorlar… Saymaya devam etmeyeyim, küçük bir internet taramasıyla 12 Eylül işkencecilerinin nasıl insanlıktan çıktıklarını, on binlerce insana neler yaptıklarını görebilirsiniz. 12 Eylül’ün işkencecileri 1945 sonrası ABD’de işkencecilik eğitimi görmüş kontrgerillanın katillerinden el almışlardı.
Hasbelkader ölmeyip hayatta kalırsanız, işkencelerin bedeninizde ve ruhunuzda yaratacağı tahribatı düşünün. Ahmet Telli’nin “Su Çürüdü” adlı şiirini okumadıysanız okuyun derim;
“Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim.
Yalnızca anahtar deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri…
Adımdan gayrısını bilmiyorum...”
Her gün bir hücrede “acaba ne zaman gelecekler” diye işkencecileri beklemek nasıl bir şeydir? Ya da asılmanız için yaşınız büyütülmüş, koğuşunuzda idamınızı bekliyorsunuz...
Bütün bunlara maruz kalan birinin annesi, babası, kardeşi, eşi ya da evladı olmak nasıldır? 12 Eylül’ü hissetmek için bir an için kendimizi Erdal Eren’in annesinin babasının yerine koyalım. Gülten Akın’ın “Eller İlahisi” şiirini okuyalım:
“Ellerini görsem oğlumun
Uzun esmer parmaklı ellerini
Onları özlüyorum
Üç yaşına yağan karda
Kızarmış, ısıttım öpe hohlaya”
İşsiz, ekmeksiz kalmak, yurdundan uzak, sürgün yaşamak nasıl bir şeydir?
Yazılara, şiirlere, kitaplara sığmayan, milyonlarca insanı, insanlık dışı muamelelere maruz bırakan faşist bir darbedir 12 Eylül. Yüzlerce insanın katledildiği, binlerce insanın işkencelerden geçtiği, bütün ülkenin sıraya dizilerek dayaktan geçirildiği faşist bir darbe! Kocaman ülkenin felç olması, yaşamın kararması, sonra yıllar boyu renklerin geri gelmemesidir.
Hissetmek mühim, çünkü hissetmeyince sayılar bizden hızla uzaklaşabiliyor. Ama bu darbecilerin ne kadar insana karşı insanlık suçu işlediğini tekrar tekrar hatırlamayacağımız, hatırlatmayacağımız anlamına gelmiyor. Bahsettiğimiz; geride bıraktığımız, kapağını ara sıra açıp baktığımız bir tarih değildir.
12 Eylül sürecinde 7 bin kişi idam istemiyle yargılandı, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 kişinin idam dosyası Yargıtay tarafından onandı, 49 kişi idam edildi. 300 kişiden fazla insan işkencehanelerde “kuşkulu bir şekilde” katledildi. Zifiri karanlığın ortasında 171 kişinin işkencede öldüğü belgelerle kanıtlanabilmiştir.
14 kişi, işkenceli hapishane koşullarına karşı yaptıkları ölüm oruçları sonucunda yaşamını yitirdi. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 650 bin kişi gözaltına alındı. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi işten atıldı. 1402 sayılı yasa nedeni ile 3 bin 854 öğretmenin ve 120 öğretim görevlisinin işine son verildi, 9 bin 400 kişi kamu görevinden atıldı ya da sürüldü.
12 Eylül zulmü sayılara sığmaz, bu kadar veri bile kıyımın büyüklüğünü anlatıyor.
Darbenin müsebbipleri, gerçekleştirenler, işkenceciler insanlık tarihinin en ağır suçlarından birine imza attılar. Kötü, zalim, vicdansız, ahlaksız oldukları kesin, ama darbeyi böyle oldukları için yapmadılar.
12 Eylül’e dair “demokrasiye verilen ara”, “bonapartizm”, “Kenan Evren rejimi”, “cunta” gibi tanımlamalar hafif kaçıyor. “İhtilal” tanımlaması ise asla kabul edilemez. Yapılan net olarak askeri faşist bir darbedir. En genel tanımıyla “darbeler” çuvalının içine de atılamaz, 27 Mayıs’la da, 12 Mart’la da 28 Şubat’la da, 2007 muhtırasıyla da ve en nihayet 15 Temmuz darbe girişimiyle de aynılaştırılarak konuşulamaz.
42 yılın ardından 2022 Eylül’ünde “12 Eylül’e faşist askeri darbe demekte ne var” diyebilirsiniz, haklısınız da. Ama darbenin hemen sonrasından başlamak üzere uzun yıllar sosyalistlerin bu tanımlamada ortaklaşmadıklarını not düşelim. Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz sevgili Metin Abi’nin (Çulhaoğlu) iki yıl önceki yazısını okumayanlara tavsiye ederim[i]
Bugünlerde artık faşist tanımlamasına pek kimsenin itiraz etmeyeceği 12 Eylül neden yapıldı? Artık “çatışma ortamını, kardeş kavgasını bitirmek için” diyen çıkar mı bilmiyorum ama yapılan değerlendirmelerde çok temel iki neden ana vurgu haline geliyor. Emperyalist kapitalist sistemin, ülkemiz egemenlerinin krizi sonucunda, “siyasi ihtiyaçları”. İkincisi işçi sınıfı hareketini, devrimci mücadeleyi durdurmak, ezmek.
Esasında 12 Mart da 12 Eylül’le aynı saiklerle yapılmıştı. Fakat 12 Eylül, 1971’deki gibi göz boyama işlerine hiç girişmedi, terörüne “kardeş kavgasını bitirmek” argümanı dışında pek kılıf aramadı. İşkence ve terörü çok daha kapsamlı ve yaygındı.
70’li yıllara kadar süren ithal ikameci model hem egemenlerin kendi çelişkilerini giderme hem de işçi sınıfına pek çok “taviz” verme imkânı sağlamıştı. 1961 Anayasası’na bu açıdan bakmak konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
70’li yıllara gelindiğinde egemenleri tek başına temsil eden Adalet Partisi bu özelliğini kaybetmiş, siyasal bunalım temsil krizine dönüşmüştü. Devrimci mücadelenin, işçi sınıfı hareketinin muazzam yükselişi bu krizi içinden çıkılamaz biçimde derinleştirmişti. Fakat 12 Mart sistemin derdine orta vadede deva olamamıştı. Egemenler arası çelişkiler kısa sürede su yüzüne çıkmış, artan uyumsuzluk ve gerilimler blok olarak bir arada durmalarını engellemeye başlamıştı. Yaşanan siyasal bunalım tekrar ciddi bir temsil krizine yol açıyordu. Temsil krizinin boyutlarını anlamak için cumhurbaşkanının 115. turda dahi seçilememiş olmasını, altı senede değişen altı hükümeti gözümüzde canlandıralım.
Emperyalist kapitalist sistem birikim rejimindeki krizleri aşmak için yeni adımlar öneriyordu. Neoliberal politikaların hayata geçirilmesi için kararlar alınmıştı ama uygulamaya bir türlü geçilemiyordu. Bu kararlar hayatın bütün alanlarını alabildiğine piyasalaştırmayı hedefleyen meşhur 24 Ocak kararlardır. 24 Ocak kararları kapitalist sistemin 1970’li yıllarda yaşadığı yapısal krizi gidermek için hayata geçirilen sürece ülkemizin eklemlenmesine dönük adımdır.
24 Ocak kararlarının mimarı, o dönemin DPT Müsteşarı Turgut Özal’dır. Özal, 1980 öncesinde MESS’in başkanlığını yapıyordu. İşçilerin mücadelesine karşı tavizsiz bir isim olan Özal, 12 Eylül için “Bugüne kadar hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyen patronlar tarafından darbecilere hevesle öneriliyordu.
12 Mart 1971’de generaller muhtıra yayınlayarak hükümeti devirdi, yükselen devrimci hareketin önder kadrolarının büyük çoğunluğu katledildi. Hapsedilen devrimci kadroların önemli bir bölümü ise 1974 affıyla serbest kaldılar. 75 sonrası toplumsal muhalefet hızla yükseliyor, rüzgar güçlü biçimde soldan esiyordu. 12 Mart faşizminin iklimi kısa sürede dağıldı, katlettiği önderlerin miraslarını sahiplenen genç kuşak üniversitelerde, mahallelerde, fabrikalarda mücadeleyi yükseltiyordu. 1977’ye gelindiğinde sosyalist örgütlerin sayıları on binlerle ifade ediliyordu. Başlarda üniversite gençliğini etkileyen hareket kısa sürede tüm toplumu etkisi altına alıyordu.
Egemenlerin, devleti yönetenlerin ve hatta sosyalistlerin pek çoğunun dahi bu kadarını öngöremediği sıçramanın düzenin selameti açısından yarattığı tehdit büyüktü.
Sosyalist hareketin 12 Eylül öncesine dair yeterli bir muhasebe yapıp yapamadığı ayrı bir tartışma konusu. Fakat gerek iktidar mücadelesi için gerekse ayan beyan ufukta beliren askeri darbeye karşı birleşmiş bir devrimci bir toplam oluşturulamamasının acı sonuçları olduğu ortada.
1945’ler sonrasında antikomünist siyasetin gereği olarak ABD ve NATO tarafından örgütlenen resmi ve sivil kontrgerilla yapılanması 12 Eylül’e giden sürecin taşlarını döşeyen temel unsurlardan birisidir. 70’lerin ortasından itibaren yükselen solun karşısına resmi güçlerin yanı sıra sivil faşist hareket dikiliyordu. Solun engellenmesi için kontrgerilla da daha kapsamlı bir atağa girişti. Okullar, mahalleler başta olmak üzere solun geliştiği, gelişme potansiyeli taşıyan her yer sivil faşist hareket tarafından işgal ediliyordu. Sıradan mahalle halkının, öğrencinin bile “can güvenliği” gibi bir sorunu ortaya çıkıyordu.
AP-MSP-MHP’den oluşan Milliyetçi Cephe hükümeti adeta “komünizme karşı savaş” koalisyonudur. Hükümet sermayeyi ve sağ kitleleri “komünizm tehdidine” karşı diri tutmak istiyordu. Hükümette, üç vekili olan MHP’nin üç bakanlığının olması kontrgerilla yapılanmasındaki yerine dair fikir verebilir. Faşist saldırılar, işgaller hızla yayılıyordu. Yıllar yılı anlatılan “sağ sol çatışması” söyleminin gerçeği şuydu: 1977’ye gelinirken (çoğu genç) faşist saldırılarda ölenlerin sayısı 100’ü bulmuştu. Çatışmalarda sadece 4 sağcı ölmüştü.
Bu gergin ortamın ve büyüyen ekonomik krizin etkisiyle 77 Haziranında yapılmak üzere erken seçim kararı alındı. Solun yükselişi engellenemiyordu, bunun seçimlere dönük yansıması muhtemeldi.
Engellenmesi için uygulamaya konulan terör 1977 1 Mayıs’ında sahnedeydi. Otuz dört insan kitlenin üzerine açılan ateşte kurşunların hedefi oldular, katledildiler. Bu katliam halkta bir şok etkisi yarattı ama solun yükselişini durduramadı. Seçimler öncesinde CHP mitinglerine dönük provokasyonlar, Ecevit’e dönük suikast girişimleri devreye sokuldu.
Haziranda yapılan seçimlerde yüzde 42 oranında oy almasına rağmen CHP hükümeti kuramadı ve ikinci MC hükümeti kuruldu. Çatışmalar yükseliyordu, ama ikinci MC’nin de ömrü kısa sürdü. Güneş Motel hadisesiyle 11 AP milletvekili CHP’ye geçti ve Ecevit azınlık hükümetini kurdu.[ii]
Saldırılar tırmanmaya devam ediyordu. Okullarda öğretim özgürlüğünün, can güvenliğinin kalmadığı, aynı şekilde semtlerde mahallelerde gündelik yaşamın faşist zorbalıkla felce uğratıldığı, herhangi bir insanın faşist kurşunların her an hedefi olabileceği bir ortam oluşmuştu. Ancak her şeye rağmen emperyalist sistemin, devletin bütün olanakları kullanılarak devreye sokulan plan, devrimcilerin halka birlikte faşist işgalleri kırmasına engel olamadı. Öğrenci gençlik, halk öz savunmasıyla kontrgerilla tarafından örgütlenen iç savaş aygıtını yeniyordu.
16 Mart Katliamı böyle bir ortamda gerçekleşti. 1978 Mart başında İstanbul Üniversitesi’nde faşist işgal kırıldı. Pek çok yerde yaşanan bu durum karşısında kontrgerilla, sivil faşist hareket şiddet ve terör eylemlerinin dozunu yükseltmeye başladı. Bu terör devrimcilere, aydınlara, akademisyenlere, bütün topluma yöneldi.
Halk, devrimciler faşist terörün kitle katliamına evrilen terörüne teslim olmadılar. Kontrgerilla ve sivil faşist hareketin katliamlarla, terör ortamıyla darbenin yolunu açma hedefi sürüyordu. 16 Mart katliamından kısa süre sonra öğretim üyesi Server Tanilli vuruldu, saldırıdan ağır yara alarak kurtuldu. Sonrasında Ankara’da Bedrettin Cömert, Trabzon’da Necdet Bulut, yine İstanbul’da Bedri Karafakioğlu katledildi. Sivas’ta Alevi mahallelerine dönük katliam tezgahlandı ama direniş sayesinde başarılamadı. Ankara Balgat’ta kahve taranarak 5 kişi, Bahçelievler’de ise 7 TiP’li evlerine baskın yapılarak öldürüldü. Aralık 78’de ise ülkemiz ve insanlık tarihin en vahşi katliamlarından biri, Maraş Katliamı tertiplendi.
Maraş Katliamı sonrası Ecevit Hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etti. Faşist saldırılar ve katliamlar 1979 ve 80’de, 12 Eylül’e kadar sürdü. 22 Temmuz 1980’de Kemal Türkler faşist katiller tarafından öldürüldü.
Artık faşist terörü tek merkezden uygulamak için 1980 12 Eylülünde harekete geçiliyordu. Ordunun postalları ABD, CIA, NATO onayı, desteği ve gözetimiyle devreye giriyordu…
12 Eylül yalnızca solu, devrimcileri, ilericileri, demokratları ezme harekâtı değildi. Düzene, toplumsal yapıya dair kapsamlı hedefleri hayata geçirme hamlesiydi. Resmi ideoloji Türk İslam senteziyle yeniden şekillendiriliyor, sağın, Siyasal İslam’ın palazlanması için her şey yapılıyordu. Darbecilerin toplumsal yaşama şekil verme çabasındaki en önemli ittifakları Siyasal İslamcılardı. Atatürk maskeli “laik” paşalar din derslerini zorunlu hale getiriyor, imam-hatiplerin sayısı katlanarak artıyor, Kenan Evren ayetler okuyordu.
Ülkemizi yöneten AKP iktidarı, her yanı saran cemaat/tarikat ağları bugünlerini 12 Eylül’e borçludur. 28 Şubat gibi ara aşamalar bu ilişkinin değişimine işaret etmez. AKP’nin gelişimi ise 28 Şubatta söz konusu olanın daha çok şekil verme olduğunu gösteriyor. Bu açıdan 15 Temmuz’u yaratan da 12 Eylül rejimidir.
Darbeciler ülkeyi “100 yıl yönetecek bir anayasa” yapmak istiyorlardı. 1982 Anayasası devrimci bir kuşağın imhasının üzerine uygulamaya koyuluyordu. Üniversiteler YÖK’le kışla düzenine geçirilmek isteniyordu. İşçi sınıfının hakları yok ediliyordu, artık grev yasak lokavt serbestti. 1980-87 arasında reel ücretler yüzde 40 geriledi.
12 Eylül topluma dayanışma kültürünün yerine bireyciliği koymasını dayatıyordu. Zenginleşmek için her türlü ahlaksızlık mubah görülebilirdi. Milyonların hafızasının silinmesi, toplumsal sorunlara karşı duyarsızlaşması isteniyordu.
80 ve 90’lı yıllar, 12 Eylül rejimine döneme uygun ek müdahaleler yapılarak ilerledi. 12 Eylül karanlığı sürdü, kazanılan ne olduysa yine mücadele edenlerin sayesinde oldu.
2000’li yıllardan bu yana AKP iktidarı yönetiyor ülkemizi. “12 Eylül düzenini değiştirme” yalanına pek çok kişiyi inandırmışlığı da oldu. Bu ayrı bir tartışma konusu olarak kenarda dursun. Fakat gelinen son noktada AKP’nin 12 Eylül’ü sürdürdüğü herkes için çıplak bir gerçek. AKP neoliberal ekonomik modelin 80 sonrası en önemli uygulayıcısıdır. Dış borç, bütün kamusal varlıkları satıp savması, güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırması, işçi cinayetleri, yükselen işsizlik, grev yasakları onun 12 Eylül’ün devamı olduğunu gösteriyor.
AKP’nin baskısına ve faşizme dair bilinmeyen görülmeyen şey kaldı mı?
[ii] 1977 yılı sonunda, Adalet Partisi’nden milletvekili seçilen 11 vekil partilerinden istifa ederek Cumhuriyet Halk Partisi’ne destek verdi. Bu vekiller Demirel Hükümetine verilen gensoruyu desteklemek, Bülent Ecevit’in kuracağı hükümete güvenoyu vermek karşılığında Ecevit’in kurduğu hükümette bakanlık görevi almışlardır.