İnsan kavramlarla düşünür. Ne var ki, kavramlarla düşündüğü dek kavramları düşünmez. Kavramları neliği ve gerçekliği temelinde sorup sorgulamaz. Üzerinde fazlaca durulmasa da bu önemli bir sorundur. Hele hele toplum karşısında söz söyleyen ya da söz söyleme hakkını kendinde gören yetkili yetkisiz birilerinin, üzerine düşünüp sorgulamadığı kavramları yerli yersiz demeden kullanmaları daha da önemli bir sorundur. Çünkü kavramların hem anlamları, hem de nelik ve gerçekliklerine dair, toplum nezdindeki yanılsamayı pekiştirmektedir.
Özellikle; neredeyse ağzını her açan siyasetçinin, bir marifetmişçesine kendine muarız olduğunu düşündüğü ya da kendisine eleştiri yönelten, hatta doğru ya da yanlış bir ithamda bulunan kişilere karşı yönelttiği “Ahlâksızlık” kavramı ve yanı sıra “Ahlâksız” nitelemesi de bu türden kavramlar arasındadır. İnsanların önemli bir şey söylüyormuşçasına ve karşısındakine hakaret etme amacıyla telaffuz ettiği söz konusu kavram ve niteleme, içerikleri bir yana, daha başlangıç itibariyle, anlam açısından bile sorunludur.
Dilbilgisinin en temel bilgileri üzerine ahkam kesmeye gerek yok elbette ama, “-sız, -siz, vb” eki, sonuna geldiği her kelimeye, her kavrama hem olumsuzluk hem de yoksunluk yükler. Yoksunluk yüklenen her şeyi, yerli yersiz “insan” kavramının önüne getirmek ya da onunla ilişkilendirmek, insanın da neliği ve gerçekliğine uygun olmamaktan öte, onun varlığına, varoluşuna aykırıdır.
İşte insanla bir araya getirilemeyecek, onunla ilişkilendirilemeyecek olan yoksunluk yüklenmiş kavramlardan biri, hatta en önemlilerinden biri “ahlâksız” ve bununla bağlantılı “ahlâksızlık”tır. Oysa kültürsüzlük ve ahlâksızlık ne genel olarak insanın, ne de “şu” diye gösterilen bir insanın niteliğidir. Ne var ki tanık olduğumuz gerçeklik, özellikle söylem ve anlayış düzeyinde bunun tam zıttı doğrultuda cereyan etmektedir.
“Siyaset ve ahlak” başlıklı yazısında, “etkin siyaset alanında bulunan bir kimsenin ahlaksal alanı”nı, birçok unsurun yanı sıra “verdiği veya vermeye destek olduğu kararlar” olarak belirleyen Felsefeci Prof. Dr. Yasin Ceylan, “Bu kararlar milyonlarca insanın haklarıyla ilgiliyse, onları mutlu ya da mutsuz edecek mahiyetteyse bu kararların sonuçları itibarıyla siyasetçi, ahlaken sorumludur.” hükmünü veriyor.
Ceylan’ın “ahlaksal alan”a ilişkin çizdiği çerçevenin ve ardı sıra verdiği hükmün genel anlamda uygun ve doğru olduğunu belirtmek gerek. Ancak, bu kabullerinin sonrasında, konuyu din, iman, günahkârlık göndermeleriyle işleyen Ceylan’ın, sorunu, onun deyişiyle “ahlaksızlık”a daha doğru bir ifadeyle ahlâk dışılığa bağlayışı için geçerli değildir aynı hüküm.
Bunun temel nedeni; ahlâkın neliğinin yanı sıra, “Kültürsüz ve ahlâksız insan var mıdır?”, “Ahlâk ve insan ilişkisi nedir?”, “Toplumdan ve insandan bağımsız bir ahlâk var mıdır?”, “Ahlâkın ve ahlâkî eylemin, her koşulda herkes için geçerli, ona aşkın ve değişmez bir dayanağı ve amacı var mıdır?”, “Hangi insanın hangi koşullardaki hangi eylemleri ahlakidir?”, “Bir eyleme birilerince atfedilen değerin niteliği o eylemi ve sahibini ahlâksız ya da ahlâk dışı kılabilir mi?”, “Ahlâksız insan mı vardır, yoksa eylemleri ahlâken ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olarak değerlendirilen insan mı?”, “Etik ile ahlâk aynı şey midir?”, “Etik tutarlılıktan yoksun olan her insanın her eylemi ahlâkîlikten yoksun mudur?”, “Etik tutarlılıktan yoksunluk bir insanı ahlâksız kılar mı?”, “Ahlâksızlık, ahlâkdışılık insana atfedilecek bir nitelik midir yoksa kurum ve kuruluşlara, yasalara ve kurallara mı?”, “Ahlâkî eylem insanlara mı özgüdür, yoksa siyaset, ekonomi, vb. olmak üzere kurumlara ve onun altında yer alan kuruluşlara mı?” sorularının yanıtlarında saklıdır. Yukarıdaki soruların hepsini bu yazının sınırları içerisinde yanıtlayabilmek olası değilse de birkaçına değinmek ve kısaca yanıtlamak gerek.
Siyasetçi Kriter Olamaz
Öncelikle şunu belirtmeliyim: Ahlâk ve siyaset, ahlâk ve siyasetçi ilişkisini değerlendirmenin kriterini siyasetçilerin söylemlerine bakarak belirlemek yanıltıcıdır. Hele hele de günümüzün etik tutarlılıktan zerre nasibini almamış, sıfatına ve oturtuldukları koltuklara bakarak kendilerini bir halt sanan siyasetçilerine bakarak değerlendirmek külliyen yanlıştır. Kamusal alanda söz söyleme hakkını kendinde gören, dahası bu hakkı fütursuzca kullanan günümüz siyasetçilerinin, bazen akıllarına estiğinde söyledikleri bazen de akıldanelerinin yazıp ellerine tutuşturduğu metinlerden okudukları sözler veri alındığında ortalıkta, onlar gibi düşünen ve eyleyenlerden başka ahlâklı siyasetçinin, hatta biraz daha genellediğinizde ahlâklı insanın esemesine rastlamak bile mümkün değildir. Çünkü her biri diğerine göre ahlâksızdır. Her biri diğerine göre “ahlâksızlık, edepsizlik, şerefsizlik”le kaimdir.
Bu durumun öncelikli nedenlerinden biri, büyük ya da küçük bir iktidar eyliyor olmanın pervasızlığıyla düşünme, sorma, sorgulama gereğini hissetmemeleri ve böylesi bir alışkanlıktan yoksun olmalarıdır. Bir diğer nedeni ise, birçok başka saikin yanı sıra, hem izan ve mantık hem de entelektüel birikim ve değerlendirme kapasitesi açısından, düşünsel derinlik ve çaptan yoksunluklarıdır.
Yukarıdaki nedenlerin her ikisi de toplumu yöneten, sözüm ona toplum adına ve toplum için siyaset üreten, iktidar eyleyen, iktidara aday olanların ve yasa yapanların baştan aşağı hal-i pür melalinin göstergesidir. Birçok yasa koyucunun, zerre utanmadan, yüzleri bile kızarmadan kendilerini listelere koyan liderler karşısında “kurşun asker”e, dalkavuğa dönüşmeleri… Sonra da liderlerine şirin gözükmek ve kendilerine lütfedilen koltukları kaybetmemek için yaptıkları onca dalkavukluğa, bir yasa teklifi karşısında birbirlerine söyledikleri onca seviyesiz söze, hakarete rağmen, dışarıya çıktıklarında, düğünde dernekte, kolkola arz-ı endam eyleyerek gülücükler dağıtabilmeleri bundandır.
Oysa siyasal eylem ve ahlâkîlik birbirinden ayrılamaz. Çünkü akli melekeleri yerinde olan her insanın, toplum içinde ya da kamusal alanda, kendi iradesiyle yapmayı ya da yapmamayı seçtiği her eylem ahlâkîdir. Bir insan olarak siyasetçi de hangi saiklerle eyliyor olursa olsun bundan ari değildir. Sıfatı ne olursa olsun, eğitimden dine, ekonomiden siyasete dek en az bir kişinin daha var olduğu tüm toplumsal, kamusal alanlarda, her insan eylemi için geçerlidir bu. Ancak eylemin ahlâkîliği, onun değerini belirlemeye yetmez. Ya da bir eyleme atfedilen olumsuz değer onu ve eylemi yapanı ahlâksızlıkla nitelemeye…
Ahlâkî Eylemin Değeri
Ahlâk, en genel haliyle, iyi ve kötü üzerine bir bilinç halidir. Birçok filozof, kendilerine özgü kabullerden hareketle farklı ölçütler ileri sürse de bir eylemin ahlâkî olarak değerlendirilebilmesinin üç temel koşulu vardır. Bunlardan birincisi, eylemi yapanın akli melekelerinin yerinde olmasıdır. İkincisi, eylemin toplum içerisinde, kamusal alanda yapılmasıdır. Üçüncüsü, bu kişinin söz konusu eylemi yapmayı ya da yapmamayı kendi iradesiyle seçmesidir. (Bu noktada karşımıza özgürlük problemi çıkmaktadır ama bunu tartışmanın yeri şimdilik burası değil.)
Siyasetçi olup olmamasına bakılmaksızın, “şu” diye gösterilen herhangi bir insanın, yukarıdaki koşullara haiz olan her eylemi ahlâkîdir. Ancak eylemin ahlâkîliği, o eylemin değerini herkes için aynı kılmayabilir. Çünkü ahlâkî eylemin değeri dendiğinde söz konusu olan “iyi” ve “kötü” yargılarıdır.
“İyi” ve “kötü”, ahlâkî eylemlere ilişkin değer bildirir. Bir eylemin ahlâkî değeri söz konusu olduğunda, hangi ahlâk yasasını, hangi kararı ya da kuralı referans alırsanız alın, çağdan çağa, toplumdan topluma, insandan insana, hatta aynı toplum içinde ve aynı zaman ve mekân koşullarında yaşayan birey ve gruplara göre bile “iyi” ve “kötü” değişir. Çünkü ahlâkî eylemin dayanağı kadar, o eylemin değeri de herkes için, her koşulda aynı değildir. Birilerine göre “iyi” olan bir eylem, başka birilerine göre “kötü” olabilir. Ancak bu durum, her iki halde de ne o eylemi ne de o eylemi yapanı ahlâksız kılar.
Öte yandan, etik tutarlılıktan yoksun olan, her koşulda bir ahlâk yasasına ya da kendi içerisinde tutarlı olan ilkelere göre eylemeyen herhangi bir insan da ahlâksız değildir. Çünkü etik tutarlılıktan yoksunluk, hiçbir insanı hiçbir koşulda ahlâksız ve eylemini de ahlâk dışı kılmaz.
Yöntemlerin ve Kuralların Ahlâkı
Ceylan, siyasetçi bağlamında “günahkâr ve ahlaksız” kavramlarını eşleyerek, ahlâkî eylem düzeyinde dinsel göndermeyi pekiştiriyor. Ancak bununla da yetinmeyip Batıda “Makyavelist”, Doğuda “şark kurnazlığı” denilen yöntem ve anlayış için de “ahlaksızlığın ta kendisidir” hükmünü veriyor.
Oysa ne denli yanlış olduğunu düşünseniz de, hiçbir yöntemin, kuralın, kurumun, kuruluşun ahlâkı yoktur. En iyi ihtimalle, kendi içerisinde tutarlılığa sahip ya da değil, kuralları, yasaları vardır. Hiçbir devlet, hükümet, hiçbir kurum ve kuruluş, hiçbir yasa, kural, ahlâkî eylemde bulunmaz. Ahlâken “iyi” ya da “kötü” değerini almaz. Çünkü hiçbir devletin, hükümetin, kurumun, kuruluşun, makamın ahlâkı yoktur. Dolayısıyla toplumsal bir kurum olması anlamında siyasetin de ahlakı yoktur.
Tam da bu nokta; “ahlâksız” nitelemesinin ya da “ahlâksızlık” kavramının, ahlâkdışılığı, yani ahlâkî eylemden ve ahlâkî değerlendirmelerden ari olmayı belirtmek ve vurgulamak anlamında kullanılması uygun ve doğrudur. Ama insan için değil. Çünkü yöntemleri kullanan, kuralları uygulayan, kurumları işleten insanlar eylemde bulunur. Dolayısıyla eylemleri ahlâkî değerlendirme konusu olabilecek olanlar yalnızca insanlardır.
Sözün özü: İnsan olmak hasebiyle, “şu” diye gösterilen her siyasetçi de ister dürüst, namuslu, etik tutarlılığa sahip, isterse iş takipçisi, yalancı, üçkağıtçı, hırsız, lideri karşısında tam bir dalkavuk olsun, tıpkı “şu” diye gösterilen bir din adamı, bir kadın taciri, bir uyuşturucu satıcısı, bir öğretmen, bir asker, vb gibi ahlâkî eylemde bulunur. En az onlar kadar ahlâklıdır. Eylemlerinin ahlâkî değeri de birilerine göre en az onlar kadar “iyi” ya da “kötü”dür. Daha ötesi değil.
****
Sorularla bitirelim: Düşünün bakalım: Peki; işin aslı ve hakikati buysa, bunda bir gariplik yok mu? Ahlâktan, erdemden, namustan dürüstlükten söz eden işinde gücünde ya da işsiz, yoksul milyonlarca insan nasıl oluyor da yalancılığı, talancılığı, hırsızlığı tescilli liderlerin, siyasetçilerin peşinden gidiyor? Nasıl oluyor da böylesi liderlerin, siyasetçilerin kapısında lütuf ve ulufe dileniyor? Nasıl oluyor da böylesi liderlerden ve siyasetçilerden toplumu ve kendilerini kurtarmalarını bekliyor? Böylesi liderlerin ve siyasetçilerin temsilcisi olduğu kapitalist sömürü düzenini korumak için seferber oluyor, o düzen için bekçilik yapıyor, gerektiğinde ölüyor ya da öldürüyor? Neden?
Peki; bu sorulara bir yanıtı olan var mı?
Atalay Girgin kimdir?
Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Lağımpaşalı”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi Üstad-ı Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece; http://atalaygirgin.blogspot.com