Bu ülkenin kadınları çok çile çekti, daha doğrusu onlara çok çile çektirildi. Adı ister toplumsal baskı, ister mahalle baskısı, ister siyasal baskı, ister erkek egemen baskı, ister geleneksel baskı olsun bu gerçek değişmiyor…
Bu durumda da ortaya şöyle bir soru çıkıyor ya da insan ister istemez kendi kendine şu soruyu soruyor. Eskiden sık kullanılan bir söz vardı; “Ya bizimdir, ya kimsenin bu vatan!” Bu söz yerini artık; “Ya benimdir, ya toprağın bu beden!” sözüne mi bıraktı?
İçinde yaşadığımız hoyrat, acımasız, kaba saba, öfke dolu, herkesin birbirine diş bilediği ortamı görünce! Kaynağı, hedefi ne olursa olsun, kime yönelik olursa olsun, kadına yönelik şiddeti görünce! Hele de işi ciddiye almaktan uzak siyasi zikzakları görünce! Haklı olarak her şey konuşulsa da bu konuşulmaz ve çözülmez diyorsunuz…
Sorunlarına çözüm bekleme hakkı olan kadın, anne, evlat, kimse kim ne yapsın, kime ne desin, kimin kapısını çalsın? Şimdi düşünüyorum ve soruyorum: Omuzlarımıza bırakılan bu soruya ‘ama’sız, ‘ancak’sız, ‘fakat’sız yanıt verecek birileri çıkacak mı?
Biz daha ne kadar “cansız bedenine ulaşıldı”, “ haber alınamıyor”, “arama çalışmaları devam ediyor” gibi insanın içini acıtan, umudunu yerle bir eden klişeler arasında ömür tüketeceğiz?
Defalarca yazdık, yineleyelim! Çok sevdiğim için öldürdüm! Kıskançlık krizine girdiğim için yaktım! Cinnet geçirdiğim için boğdum! Barışma teklifimi kabul etmediği için satırla doğradım, ama pişmanım! İzinsiz sokağa çıktığı için kurşunladım! Eve geç geldiği için yüzüne kezzap attım! Bi daha sokağı çıkamasın diye kulağını burnunu kopardım! Beni tehdit ettiği için camdan ittim! Para istediği için üzerine benzin dökerek yaktım! Kendimi kaybettiğim için arabayla ezip yol kenarına bıraktım! Daha ne kadar bu ve benzeri bahaneler zinciriyle yüzleşeceğiz?
Pek çok kez yazdık, tekrar edelim! Kadınlar da şiddete zemin hazırlamasın canım! Erkek bu döver de sever de! Seven adam zaten kıskanır! Erkek adam sahiplenir! Kadınsa yerini bilsin, erkeğine itaat etsin! Yüksek sesle gülmesin, konuşurken yere baksın! O saatte sokağa çıkmasın, gelinlikle gitti, kefenle dönsün, dayağa tacize kılıf hazırlamasın vb daha ne kadar kadına had bildiren öneri paketleriyle karşılaşacağız?
Tam da burada söze nereden başlayıp, ne yazacağımı düşünürken; korkusuzca durduğu için vahşice öldürülen kadınlar geldi aklıma. Vahşetin eşiğini yükseltmek için zemin hazırlayanlar geldi aklıma. Cinayeti işleyeni haklı çıkaranlar, mutlaka bir bahane bulanlar, akla hayale gelmedik bin bir türlü mazeret üretenler, ortamı yumuşatanlar, kadın katillerinden kahraman yaratanlar geldi aklıma. Sonra umutsuzca bu zincirin halkaları alıp başını gitmişse işimizin zor, yolumuzun uzun olduğu geldi aklıma…
Efendim! 11 Mayıs 2011’de imzalayıp, 14 Mart 2012’de onayladıkları İstanbul sözleşmesini tartışmaya açarak ve tek taraflı feshetmeyi düşünerek kadın cinayetlerini olumlayan bir görüşe karşı, üstelik günde ortalama 38 kadının şiddet gördüğü ve açıklanmayan verilerin çok daha yakıcı olduğu ülkemizde kollar şimdi sıvanmayacaksa ne zaman sıvanacak deyip, sözleşmenin maddelerine gelelim!
*Kadınları her türlü şiddete karşı korumak, aile içi şiddeti önlemek veya ortadan kaldırmak!
*Kadınları güçlendirmek, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak! Mağdurları korumak, politik tedbirleri tasarlamak!
*Uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak! Kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak…
Sözleşme bunları içerirken, Numan Kurtuluş demiş ki; “İstanbul sözleşmesini getirdiğimiz gibi götürürüz.” Artık bunun anlamı kadınlardan kurtuluş mu olur? Öldürülen kadınlar hak etti mi olur? Evlatlarının arkasından ağlayan anaların zihnimizden ve belleğimizden gitmeyen ve bütünüyle bir Türkiye fotoğrafı olan görüntülerinin ülkeyi yönetenler için hiçbir şey ifade etmemesi mi olur? Büyük bir olasılıkla benim yazarken, sizlerin okurken zihninizde beliren daha birçok soru mu olur? Kadınlarına zulmedilen annelere acı çektirilen, aileleri evlatsız, çocukları annesiz bırakan ve vicdanlar üzerinde ağır baskılar yaratan bu olayların daha kaç can yakacağı sorusu mu olur? Bilemem!
Bildiğim o ki; Her anlamlı ve güzel girişime muhalefet yapmayı marifet sayan yönetimin sanatla, sanatçıyla, tiyatroyla yıldızının barışık olmadığını örnekler gösteriyor. Buna kadını da kattığı ortada! Şaşırdık mı? Hayır. Ama bu kin ve nefret karşısında içimiz acıdı mı? Evet. Kan donduran kadın cinayetleri karşısında sergilenen umursamaz tavır umutlarımızı yerle bir etti mi? Hem de nasıl…
Merakla, heyecanla, ilgiyle, daha çok hayretle kadınların yaşam hakkını savunan “İstanbul Sözleşmesine” ilişkin konuşmalarına, açıklamalarına, yaklaşımlarına bakınca! Bunun adı; Hani bir zamanlar dillerinden düşmeyen; “benim garibim, benim gurabam, benim fakirim, benim fukaram, benim anam, benim bayan bacım, benim hanım kardeşim” hitapları unutuldu mu olur? Mehter takımı gibi iki ileri bir geri adımlar atarak sanki bir şeyler yapıyormuş izlenimi vermek mi olur? Adını koyamadım.
Ancak ortaya çıkan tablo ne yazık ki şu; mırındı kırındı, şöyleydi böyleydi, saklasak mı, görmesek mi, başımıza iş almasak mı, bazı kesimleri kızdırmasak mı? İnsan şöyle düşünmeden edemiyor! Bazı konularda net bir duruş sergilemek, net bir tavır takınmak bu toprakları neden ve ne zaman terk etti? Geri gelecek mi?
Lafı daha fazla uzatmadan en iyisi sona gelmek! 2. Dünya Savaşı için Bertolt Brecht der ki; “Akşam yeli eserken savaş alanında/ Dost- düşman bütün insanlar birden bire sustu/ Yalnız analar ağladı dünyanın iki ucunda.”
Sn. Brecht! Savaşa gerek yok barışta da analar yeterince ağlıyor zaten…