Türkiye medyası İran’da 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin ölümünü fark ettiğinde İran’da eylemler başlamıştı bile. Ama ilk haberlerin çoğunda “şüpheli bir ölüm” gibi sunuluyordu.
Sözcü’de ise ilk gün “Başını tam örtmedi diye döve döve öldürdüler” başlıklı haberde genç kadının cinayete kurban gittiği net bir dille aktarılmıştı. Aynı şekilde Cumhuriyet’te de Zülal Kalkandelen birinci sayfaya da alınan “Ahlak polisi öldürdü” başlıklı yazısında “din polisi”nin cinayet işlediğini anlatmıştı.
Doğru yaklaşım da buydu. Sapasağlam bir genç kadın olan Mahsa Amini’nin gözaltında fenalaşıp ölmesi “şüpheli ölüm” olamaz. Genç kadının saçını “İslami kurallara göre” örtmediği için dövülerek gözaltına alındığını gösteren görüntüler vardı; şiddet gözaltında da devam etmişti. İslami rejimin “Gaşt-e Erşad” (irşad devriyesi) denilen ahlak polisi tarafından öldürüldüğü açıktı.
Eleştirel medyanın günlerdir geniş yer ayırdığı bu olayı, iktidar medyası başlangıçta görmezden geldi. 18 Eylül’de sadece Hürriyet ve Milliyet’in iç sayfalarında küçük haberler vardı. Onlar da açıkça “cinayet” demek yerine, gözaltında meydana gelen “şüpheli ölüm” olarak yazmışlardı haberi. Hürriyet’in dili o kadar özensizdi ki, “Tesettür kurallarına uymadığı gerekçesiyle gözaltına alınırken DAYAK YEDİ” yazıyordu. Dayak atılmamış, o dayak yemişti!
Fakat Hürriyet, sonraki günlerde ayrıntılı haberler yaparak ilk günün hatasını büyük ölçüde telafi etti. Hürriyet dışındaki iktidar medyası CNN Dış Haberler Şefi Christiane Amanpour’un, İran Cumhurbaşkanı Reisi ile röportajının iptali pahasına başını örtmeyi reddetmesinde de “haber değeri” görmedi. Oysa İran’daki kadınların özgürlük mücadelesine destek ve gazeteciye dayatmaya karşı durmak açısından değerli bir davranıştı.
İktidar medyası sadece İran’da ülke geneline yayılan eylemleri haber yapmaya başlasa da hâlâ “şüpheli ölüm” gibi yazıyorlar, cinayetin adını koyamıyorlar, cinayetin nedeni faslına hiç giremiyorlar. Gazetecilik niye yapılır ki?
Emre Olur’un kendisini “Sedat Peker’in basın danışmanı” olarak adlandırmasının nedeni, kendisiyle gazetecilik kuralları çerçevesinde ilişki kurulmasıymış. Emniyet ifadesinde anlattığına göre, gazeteci Barış Pehlivan, Sedat Peker hakkında bilgi almak için Emre Olur’u aradığında “Haberi yaparım ancak seni Sedat Peker ile nasıl ilişkilendireyim?” diye sormuş haklı olarak.
Emre Olur da “basın danışmanı diyebilirsin” karşılığını vermiş; ondan sonra da haberlerde hep “Basın Danışmanı” olarak anılmış, zamanla kendisi de benimsemiş bu unvanı. Emre Olur, sorguyu yürüten polislerin, gazetecilerle ilişkisini isim isim sorması üzerine anlatıyor bunu.
Polislerin gazeteciler hakkındaki soruları, Emre Olur’un “Bak İbrahim, Yılmaz Özdil gerçek gazetecidir” şeklindeki paylaşımı gösterilerek “İbrahim Varlı isimli şahsı tanıyor musunuz?” ile başlıyor. Emre Olur da BirGün Yayın Koordinatörü İbrahim Varlı ve Yılmaz Özdil’i “şahsen tanımadığı” yanıtını veriyor.
Ardından polisler, “Sedat Peker suç örgütü ile alakalı dijital platformda ve sosyal medyada yaptığınız paylaşımlardan ötürü kimler sizinle irtibata geçmiştir? Açıklayınız” diye sorunca Emre Olur, gazeteciler İsmail Saymaz, Ali Tarakçı, Seher Yaşayacak, Gökhan Özbek, Ahmet Şık, Barış Pehlivan, Özlem Gürses ve Arif Kocabıyık’ın adlarını veriyor. Gazetecilerle görüşmelerini “Bu isimli gazetecilerle görüştüğüm olmuştur. Genelde kendileri ararlar ve yeni bir gelişme var mı diye sorarlar. Ben de Sedat Peker’e sorup cevap veririm” diye açıklıyor.
Erk Acarer, Uğur Dündar ve Yılmaz Özdil’in de kendisiyle değil Sedat Peker ile “irtibatlı olduklarını” söylüyor.
Gazetecilerin bu görüşmelerini suçmuş gibi sorguya konu eden polis, bu yanıtlarla yetinmiyor. “Belge, video, resim, ses kayıt veya dijital veri alışverişi yaptınız mı?” diye didiklemeye devam ediyor. Emre Olur da böyle bir veri alışverişinde bulunmadığı yanıtını veriyor.
Polis hedef aldığı gazetecileri bir “suç”a bulaştırmak için epey çaba harcamış ama böyle görüşmeler sıradan bir gazetecilik faaliyetidir. Gazetecilerin Sedat Peker gibi yakın zamana değin siyasi iktidarla karanlık ilişkiler içinde olan ve şimdi intikam almak için iktidarı sarsan açıklamalar yapan, suç belgelerini gözler önüne seren bir suç örgütü lideri ile görüşmeleri ve onun basın danışmanına telefon etmelerinden daha doğal ne olabilir?
Önemli olan bu ilişkinin gazetecilik sınırları içerisinde yürütülüp yürütülmediğidir. Emre Olur’un anlattıkları ise bu sınırın aşıldığına dair veri sunmadığı gibi -Barış Pehlivan’ın aktardığım tavrında görüldüğü üzere- gazetecilik kurallarına özen gösterildiğini ortaya koyuyor.
Kaldı ki, gazetecilik sınırları aşılsa da bu polisin değil gazetecilik etiğinin konusudur; gazetecilerin eleştiri alanına girer.
Eski CHP Milletvekili Haluk Pekşen’in ölümünde tıbbi ihmal iddiasını hukukçu olan kızı Ezgi Pekşen ortaya attı. Pekşen, tweetlerinde açıkça Bodrum’daki Acıbadem Hastanesi’ni suçladı; “Boğazına kaçan kılçığın yemek borusunda açtığı deliğin 22 gün boyunca teşhis edilememesi” ve doğru tedavi uygulanamamasının babasının ölümüne neden olduğunu öne sürdü.
Ezgi Pekşen’in bu paylaşımlarında özel hastanenin adı açıkça veriliyordu. Nitekim birçok medya kuruluşu da haberde hastanenin adını yayımladı. Doğrusu da buydu.
Ancak Hürriyet, Cumhuriyet, 20 Eylül’deki haberlerinde hastanenin adını yazmak yerine “özel bir hastane” demişti. Hürriyet, Acıbadem Hastanesi’nden akşam saatlerinde gelen inceleme açıklamasını habere eklemişti. Cumhuriyet’te o da yoktu ama internet sitesinde hastanenin adını vermişti. Aykırı, Global, CNN Türk ve NTV sitelerinde de hastanenin adı gizliydi.
Halbuki haberin öznesi bizzat Acıbadem Hastanesi; Ezgi Pekşen açıkça suçlarken “özel bir hastane” diye yazmak hastaneyi korumak anlamına gelir. Daha acısı, Yeni Şafak, aynı gün “Acıbadem’den Ataşehir’de 5 yıldızlı hastane” başlıklı “haber kılıklı” bir metin yayımladı. Konfor içinde kalabileceğiniz bir otel gibi Acıbadem Hastanesi reklamı yapan Yeni Şafak, aynı hastanenin Haluk Pekşen’in ölümündeki ihmal/yanlışlık iddiasını ise tek satır bile yazmadı! Nasıl içlerine sindirdiler böyle bir tavrı acaba?
Tek cümleyle:
·Aydınlık, Sabah, Türkiye, Yeni Akit gibi gazeteler, Kılıçdaroğlu’nun, “(Selahattin) Demirtaş Bey, iddianameleri göğsüne şeref madalyası olarak takacaktır” cümlesinin çarpıtıldığını anlatmak için çektirdiği fotoğrafı yine de o afişte yazılan söze sahip çıkmış gibi yayımladılar.
·Sözcü, “CHP milletvekillerinden Soyer’e destek kampı” diye yazdı ama CHP’nin Seferihisar’da kamp yapması Tunç Soyer’in 9 Eylül konuşması ve AKP tarafından hedef alınmasından önce planlanmış, 23 Ağustos’ta da duyurulmuştu.
·DHA’nın “Ünlü eğlence mekânında bodyguard dehşeti: Öldüresiye dayak” haberinde, “eğlence mekanı”nın adı gizlendi; internet siteleri de bu haberi mekânın adını eklemeden kullandı.Türkiye gazetesinde Fatih Selek, nefret söylemi içeren mitingi savunurken “LGBT’nin insan olarak hakkı vardır ama ‘LGBT’lik hakkı’ diye bir şey olamaz” diye yazdı.
·Cumhurbaşkanı Erdoğan, Özbekistan dönüşü uçakta gazetecilerle sohbet sırasında Tunç Soyer ve Merdan Yanardağ’ı hedef alırken, Sultan Vahdettin yerine Sultan Abdülhamit’ten söz etti ama gazeteciler bu yanlışı düzeltmediler.
·Yeni Şafak’ın, “Türkiye’nin ilk ferrobor tesisinin temeli atıldı” haberinde temeli atılan tesisin kime ait olacağı yazılmadığı gibi, tesisin nerede olduğu da belirtilmedi.
·Kelebek’in verdiği magazin ödülleri aday listesinde haber programı ve haber sunucusu kategorilerine yer vermedi.