Hepimiz eğitim öğretim hayatımız boyunca hocaları tanımlarken onlara; Dinleten hoca, öğreten hoca, yol açan hoca, yol gösteren hoca, iz bırakan hoca, sevilen hoca, sert hoca, korkulan hoca, özlenen hoca, unutulmayan hoca vb diye sıfatlar takardık.
Düşünüyorum da; Sıraladığım, ya da unuttuğum tüm bu sıfatların hakkını veren hocalarımızdan hem çok korkar, hem de onları çok severdik. Bir imza gönümde kuyruğu girip sırası gelince de bana “Neşe Hanım!” diye hitap ederek kitabımı uzatan üniversite yıllarımın unutamadığım hocalarından, eğilip bükülmeyen yapısıyla, yüreğimizdeki yeri her daim özel kalan hocamı görünce nasıl da yerimden utanarak fırladığımı unutamam…
Yine bazı hocalarımın derslerini iple çektiğimi, bize dünyayı anlatan, dünyayı ayağımıza getiren, bizi alıp ülke ülke dolaştıran hocalarımı unutamam. Örnekleriyle, anlatım yetenekleriyle, ilginç benzetmeleriyle, yılların deneyimiyle, kürsü hâkimiyetiyle ilk dersleri neyse son dersleri de o kadar keyifli ve kıymetli olan hocalarımı unutamam. Veda eden hocalarımızın son derslerinde bile ilk ders coşkusuyla, umut veren, bilgi veren, dopdolu vedalarını unutamadım…
Şimdi ben bunları neden yazarım? Sorularla ilerlersem! Ekonomik olarak duvara tosladığımız bugünlerde geçmişe özlem olmasın! Bazı sorunları yazmaya, bazı soruları yanıt almasak da sormaya devam edeceğiz kararlılığı olmasın! Muhtaç olduğumuz kudretin nerede olduğunu hiç unutmadık ve hiç unutmayacağız demenin edebi ve sanatsal şekli olmasın!
Hiçbir ders gününü heyecansız geçirmeyen, her ders günü heyecanla uyanıp okuluna koşan, her dersine ilk ders coşkusuyla giren, giysi seçiminden anlatacağı konularla ilgili notlarına kadar tepeden tırnağa özen gösteren hocaları engin bir gönül borcuyla selamlamak için olmasın!
Sakin ve sıradan görünmesine rağmen kürsüde bilgisiyle, anlatım gücüyle özgün örnekleriyle devleşen ve sayıları giderek azalan öğretmenlere duyulan özlem olmasın! Yaşamları boyunca ciltler dolusu kitap, albümler dolusu anı biriktirenlerin günün birinde düzmece suçlamalarla hayatlarının karartılmasına, çok sevdikleri kürsülerinden kopartılmasına duyulan tepki olmasın!
Sadece insanlar değil, şirketler, holdingler, büyük küçük işletmeler can çekişirken ya da kapağı yurtdışına atmanın yollarını ararken ve bunu kurtarma, kurtulma, can simidi, can suyu, nefes alma çaresizlik olarak anlatırken ülkemizin geldiği noktaya duyulan üzüntü olmasın!
Kentleri ve ülkemizi işgal eden hırsızlık, yeşile düşmanlık, çimentoya duyulan aşka, talana, kabalığa, hırsa duyulan isyan olmasın! Ülkenin her yerinden gelen imdat seslerine, iç acıtan öykülere, sayfalar ciltler dolusu mektuplara kayıtsız kalmamak isteği olmasın! Açlık sınırı 2 bin TL, yoksulluk sınırı 6 bin 500 TL olarak açıklanınca, yoksulluğun boyutlarını ortaya net sayılarla koymak için olmasın!
2018 de kepenk indiren 506 bin esnafın “borcumu nasıl öderim?” kaygısına duyulan üzüntü olmasın! Beyaz et sektörü yetkilerinin; “Sektörde batan batana, çıkmaza giriyoruz, yüzbinlerce hayvan açlıktan ölüyor, 300 bin tavuk öldü, 2.5 milyon tavuk açlıkla karşı karşıya.” Şeklindeki feryadına dikkat çekmek için olmasın.
Ülke yangın yerine dönmüşken, ortak paydalarda buluşmaya en çok ihtiyaç duyulan zaman gittikçe daralırken, küçük ayak oyunlarıyla büyük hayaller yıkılırken; Umut olması gereken partinin, adına parti içi demokrasi dediği, şeffaflık olarak açıkladığı, eşit paylaşım- demokratik katılımcılık olarak tanımladığı ayak oyunlarına “karınlar tok” demek için olmasın!
Aslında plansız, programsız, tarafgir, küçük olsun benim olsun mantığının esas alındığı gerçeğine “yazıklar olsun.” Bu ayıp da size yeter, ancak başka ayıplar da var deme isteği olmasın. Giderek dayatılan yaşam koşulları ağırlığını her geçen gün artırırken, işlevsizleştirilen eğitim müfredatı ülkenin geleceğini yok ederken, bilgiden uzaklaştırıldıkça yoksullaşan ve içine kapanan kitleler kolayca yem olurken parti içi hesaplaşmanın sırası mı demek için olmasın!
Tünelin ucu bu denli karanlıkken, ülkeden gitmenin yollarını ararken öksüz ve köksüz kalmayı göze alanların sayısı bu kadar artmışken, insanımız bazı yer ve kurumlara kurucusundan ötürü bunca bel bağlamışken çocuk oyuncağı gibi gece istifa edip sabaha karşı istifayı geri almak da ne! Demek için olmasın!
Bazı koltukları işgal edenlere! “Siz o makamlarda yara açma için değil, yara sarmak için oturuyorsunuz, o nedenle o görevdesiniz, zaman ve emek sizin için bir şey ifade etmiyorsa bırakın o koltukları!” demek için olmasın! Sizin işiniz bir bakıma yaşanan sorunlara çare bulmak iken, kızgın, kırgın, küskün, umutsuz kitlelere coşku ve umut aşılamak iken, hayatla başa çıkma yöntemleri üzerinde çalışma yapmak iken bu hizipleşmeler, bu sonu gelmeyen koltuk sevdası niye? Diye sormak için olmasın!
Sözü bağlayayım! Fazla örneğe gerek yok sanırım. Zaman kanatlanmış giderken, bu hıza yetişmek çok zorken bazı gerçekleri bir kez daha hatırlatmak için olmasın…