Hayatın renklerini konuşanlar, sorunlarına çare arayanlar, gönül fırtınalarıyla boğuşanlar, bir suçun ya da pişmanlığın yükü altında ezilenler, işlerinden bıkanlar, aldatıldığına hükmedenler, hele de işsizler bazen bir araya gelerek dertleşir ya!
Ya da yaşamın ağır yükünü konuşup paylaşırken çıkmaz sokaklara dalanlar, pencere arayanlar, birden bire karşılarında çevresi olan, bilgisi olan, özgüveni olan, deneyim sahibi olanlarla karşılaşınca ona cankurtaran simidi gibi sarılır ya!
Özetle bu yaralı insanlar, yaşadıklarına ve yaşattıklarına dur diyecek olanlarla buluştuktan sonra evlerinin yolunu bazen yepyeni bir umutla, bazen yeni kararlarla tutarlar ya! İşte bugün onların öyküsünü paylaşma günü…
Onlarla tanıştım, sizlerle tanıştırayım.
İtirazları, çıkışları, bakış açıları farklı olan kadınlarla bazen STÖ’ler aracılığıyla, bazen gönüllüler, çoğu kez de kişisel girişimlerim sonucu zaman zaman buluşup konuşuruz. Bu buluşmalar sırasında derlediklerime gelince;
Boşanmak isteyen eşini öldürdükten sonra “hayvan kestim” diyecek kadar kendinden ve arkasındaki sistemden emin birileri, “iyi hal indirimi”, “hafifletici sebep” gibi onu koruyup kollayacak yargı boşluklarından yararlandıkça sükût altın değildir.
Bazılarının sırtını sıvazlayacak birileri hep var oldukça, bu ülkede “boşanmak mı istiyorsun sonun ölümdür” yasası geçerliliğini korudukça, suskun kalmanın izahı yoktur. Dolayısıyla sükût her zaman “altın” değildir, hele kadınlar için hiç değildir.
Şimdi bu girişin nedenini açma zamanı!
Bu buluşmalar sırasında birbirinin yaralarını saran kadınlar tanıdım, bu suçun cezası öbür dünyaya kalmasın diyenlerle tanıştım, derin, felsefi, şaşırtıcı, eğlenceli, tempolu sözler söyleyenleri görüp, “bir sayfa yazı yazmak için bir ömür çalışırım” diyen yazı meraklılarıyla konuştum.
“Arkamda yaslanacağım birileri, elimden tutan birileri olsaydı, iyi bir eğitim alsaydım, ensemde bunların yokluğunu hissetmez, bir baltaya sap olurdum” diyenlere, hiçbir şey için geç değildir derken, onları teselliye çalıştım. Aralarında duruşuyla, bakışıyla insanın yüreğini hemencecik ele geçiren ve oraya yerleşenleri görüp duygusal anlar yaşadım.
Kadınlarına hoyrat ve acımasız davranan ülkemizde “Ben ne yapabilirim diyenlerle, büyük harfle bunun için ne önerirsiniz diye soranlarla, ben elimden geleni yaptım ama olmadı” diyenlerle hemen kaynaşıp, adres alışverişinde bulundum.
“Tencereyi ucuza kaynatmak hayal olunca, sorunlar ve şiddet arttı, yoksul evine sadece ekmek, varsıl evine her gün et alınca makas açıldı” diyenlerle dertleşip hayatın gerçeklerini masaya yatırırken sorunların çok, konuların derin, yetkililerin duyarsız olduğunu bir kez daha anladım…
Bazen küçük katkılar büyük efsaneler yaratır ya! Şimdi Gürcistan’dayız!
Ülkesinde ekonomi okumuş, ülkemizde yemek yaparak geçimini sağlayan, memleketteki çocuklarına yardım eden Gürcü bir arkadaşım var. Geçenlerde cep telefonuna düşen görüntüleri ağlayarak paylaştı benimle!
Ekranda görünen 4 yaşındaki sarı saçlı, masmavi gözlü, dünya güzeli Maria kendisine tutulan mikrofona, evdeki kırık dökük tahta dolabın içindeki kurumuş ekmeği göstererek şunları söylüyordu; “Ben büyüyünce diş doktoru olacağım, kuru ekmek dişlerimi acıtıyor. Bizim komşularımızın çocukları çok uzun boylu çünkü onlar fasulye yiyor, ben ve kardeşlerim kısa kaldık çünkü fasulye yemiyoruz!” Bana görselleri gösteren arkadaşım gibi benim de çocuğun anlattıklarına, evin yoksul haline bakınca gözyaşlarımızın sel olduğunu söylememe gerek yok…
Şimdi işin arka planında dolaşalım!
Sosyal sorumluluk projelerine duyarlı bir televizyon muhabiri, Batum’a bağlı Ozurgeti köyünden gelen haber üzerine çekim yapmak için köye gelir. Evde baba yoktur, anne işsizdir, üç küçük kardeş yıkık dökük, camı penceresi olmayan, tahta dolapta sadece bir parça kuru ekmek olan bir evde yaşam mücadelesi vermektedir. Küçük kızın anlattıklarından, evin halinden, komşuların ifadelerinden çok etkilenen muhabir kadın hemen konuya eğilerek, ekranlardan duyurarak bir yardım kampanyası başlatır.
Duyan, işiten, görselleri izleyen duyarlı pek çok kişi bu kampanyaya katılır. Ülkemizden ve dünyanın pek çok yerinden Maria’nın ailesine yardım paketleri yağar, açılan hesaba paralar yatar. Bir süre sonra haberi yapan muhabir yine köye gelir, giysiden oyuncağa, konserveden ev eşyasına onlarca koli arasında Maria ve ailesini yeniden görüntüler. Ve mikrofonu paketler arasında kardeşleriyle oturan ve yapılan yardımlara şaşırarak bakan Maria’ya uzatır.
Ve Maria yaşının ve özlemlerinin tüm yalınlığıyla; “Herkese her şey için teşekkür ederim. Ama paketlerden fasulye çıkmadı!” der! 4 yaşındaki Maria’nın çok sevdiği fasulyenin, Gürcistan’da son derece ucuz olduğunu söyleyen muhabir bu saf ve çocuksu cevap karşısında şaşırır, gülümser, hüzünlenir…
Sonuç mu? O günden beri ne zaman fasulye yesem aklıma Maria geliyor. Boğazım düğüm düğüm…