Biz kimi gömdük biliyor musunuz?

Sorsan, aynı masada bir gün bile mesai yapmamışızdır. Sorsan, beraber bir tatile çıkmamış, iç dökmemiş, sır paylaşmamış, acı kahvemi içmemiştir. Sorsan...

Rıdvan Akar Yazar ridvanakar@hotmail.com

Sorsan, aynı masada bir gün bile mesai yapmamışızdır. Sorsan, beraber bir tatile çıkmamış, iç dökmemiş, sır paylaşmamış, acı kahvemi içmemiştir. Sorsan, ailece buluşmamışızdır. Derdini paylaştığı o bir avuç şanslıdan da değildim. Ama içim acıyor. Sanki endazem, kerteriz noktam sarsılmış gibi… sanki -sevgili Candan Yıldız’ın deyişi ile- kutup yıldızımızı yitirmiş gibi… sanki dolmayacak bir boşluk gibi…

Gazetecilik mesleğinde ben ‘duayenlere’ değil, “abilere” inananlardanım. Onları daha sahici, erişilebilir, yol gösterici bulurum. ‘Duayenlerin’ mesafeli uzaklığından daha yol gösterici olduklarını düşünürüm.

O mesleğimizin bilgesi ve abisi idi.

Aramızda 20 yaş vardı. Kimi zaman hınzır ve muzip bakışları ile buluştuğumda ‘kim büyük’ şaşardım. Zira kiminle o masayı ve sohbeti paylaşıyorsa o yaşın insanıydı. Büyüdükçe küçülen dediklerinden bir tevazuyla malul, bildiğini/bilgisini masasına meze yapmayan ama kasvet ve derdi bir sünger gibi emen empatisiyle huzur ve neşemizin menbaı oluverirdi.

Aydın Engin her derde deva bir gönüllü/sıra neferi/diğerkam bir dava adamıydı. Yeni Ortam’dan Politika’ya, Cumhuriyet’ten Agos’a hangi kurum yaşamalıysa ve yaşatacak birileri gerekliyse, o oradaydı. Bütün sakinliği, zamanı ve fikriyatı ile mesaisini o ihtiyacın giderilmesi için verir ve ne ikbal ne de -mesleğin defosu- ego ve kariyer peşinde koşardı. Dedik ya, o sıra neferiydi.

1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında iki kez mesleğin üzerinde dolaşan “o hayaletin”, Gazeteciler Meclisi Girişimi diye tanımladığımız liberter, yarı-sendikal hareketin kurucuları ve emekçilerinden biri olarak bir araya gelmiştik. Meslek siyaseti yapacaktık. Bütün bilgi ve birikimini bize öğüt ve dayatmadan uzak paylaşmıştı. ‘Gençlere” ve inşa etmeye çalıştıkları meslek örgütüne şüpheyle bakan yaşıtlarından farklı olarak, o güzelim kumaş ceketini oturduğu sandalyenin arkasına asıp, heyecanımızı paylaşır ve görev paylaşımlarımızda, yani ‘ayak işlerinde’ sorardı; “Ya ben?”

Abimizdi. Cebinde, hepimize dokunacak bir tecrübe ve iş vardı. Kah Baskın Hoca’nın seçim kampanyasında bildiri dağıtırken, kah Babıali Şenliği’nde göbek atarken, kah bir yürüyüşün üçüncü sırasında, kimi zaman bir hak metindeki imzada Aydın abimiz vardı.

O heyecanlar olmadığında, tükettiğimizde, yitirdiğimizde bizi yeni heyecanlarla buluştururdu. Aydın abi ile aynı masayı paylaşalım, sohbet edip kam alalım diye yarı şirin- yarı tehditkar taleplerde bulunurduk. Sevgili yol arkadaşlarımdan Mehmet Demir anlattı. Kimi zaman da o “Oya hanımdan gizlediğim bir miktar kara param var, sizi yemeğe çıkarayım” dermiş. ‘Kara para’ dediği de yabancı ajanslara, gazetelere yazdığı yazılardan gelen telif parası…yeter ki birileriyle paylaşsın.

Aydın Engin otorite ve muktedirlerin diş ve söz geçireceği bir kişi olmadı. Kendi deyimiyle ‘kimseye muhtaç olmadan yaşamak için’ ne “eski tüfeklerin” parti üzerinden devşireceği hiyerarşilere ne de devletin bilumum baskı araçlarına baş eğdi. Hani ‘simit sat, onurlu yaşa’ deyimi var ya… İkbalinin peşinden koşarken unutuverdiğimiz değerleri hatırlatan, o nasihat var ya! Aydın Engin simit satmadı ama sürgün yıllarında, Almanya’da taksi şoförlüğü ile kimselere muhtaç olmamayı bilfiil yaşayanlardandı.

Söylemezsem olmaz. Cumhuriyet’ten iki kez kovuldu. Tırmık köşesinde yazdığı evrenin özgürlükçü ve sosyalist dili rahatsız etmişti. Gitti. İkincisinde cezaevindeki meslektaşlarını savunmak ve onların delege ettiği işi tamamlamak için oradaydı. Gariptir, aynı masada, onları ihbar edenlerle çalıştı. Cumhuriyet yaşatılmalıydı. Gazete komadan çıktığında, yazı işleri masasından giden yine oydu. Bir söyleşide o gözlük altından gülümsemesiyle, “bir daha çağırırlarsa gitmem galiba, üçüncü defa olmaz” diyordu. Biliyorum ki Cumhuriyet acze düşerse, yine gider o mütevazi görevini icra ederdi. O mesleğimizin akil bilgesiydi.

Cenaze töreni yaşamı ve inançları kadar sade ve içtendi. Son çalıştığı meslektaşları dışında neredeyse en “gencimiz” (!) 50’lerinde, ondan öğrenen, onunla yolu kesiştiği için şanslı olan azınlıktı. Öyle istemişti. Törenlerin öznesi değildi. Öyle de kalmak istemişti. İyi ki maskelerimiz vardı. Yutkunduğumuzu birbirimize belli etmeden, güya ferasetle abimizi gömdük.

Şimdi biz kime şımaracak, kimden öğrenecek ve kime derdimizi diyecektik?

Aydın Engin giderken son bir şey öğretmişti. Aydın Engin gibi yaşarsan, seni saygıyla anarlar. Unutmazlar…

Tüm yazılarını göster