Ülkelerin ve toplumların tarihinde olağanüstü dönemler vardır. Dünden bugüne bakınca biz sanki başı çekenlerdeniz! Ülkemizde olup biten karşısında suskun kalmalarına hala şaşırabilmemize şaşıranlardan biri olarak keşke diyorum! Bazı konularda gösterilen hassasiyet öldürülen kadınlara, yokluğa, yoksulluğa, haksızlığa, işsizliğe karşı da gösterilse…
Keşke bu konuda bol ve yaldızlı sözler ve vaatler havada uçuşmasa, ayağı yere basan projeler geliştirilse…
Keşke küçük çocuklar önceden provası yapılmış sıradan prodüksiyonlarla siyasete malzeme yapılmasa…
Çünkü olması gerekenler yapılmadıkça, olmaması gerekenler sahnelendikçe hem zaman geçiyor, hem yazacak- paylaşacak şeyler artıyor, hem ülkenin yazarından çizerinden beklenenler ve onların yaptıkları yerini bulmuyor.
Çünkü gerçekler dile gelmedikçe, sahne-i siyasette ortaya dökülenler sahiplenildikçe, çıkar gruplarının, nemalananların, nasiplenenlerin sayısı her geçen gün arttıkça, durumdan durmadan vazife, vazifeden de bıkıp usanmadan mağduriyet yaratanlar çoğaldıkça işler giderek içinden çıkılamaz hale geliyor.
Konudan uzaklaştık ama yine de soralım. Tüm bu olup biten karşısında sorun yok diyerek, yan gelip yatmaya veya kadere razı mı olalım? Başka bir çıkış yolu mu arayalım? Yoksa Tuncel Kurtiz’in; “Yastık değil, kafa rahat olacak. Ve insan yorgana değil, huzura sarılıp uyuyacak!” şeklindeki sözlerine mi kulak verelim! (Onu da ara ki bulasın diyerek!)
Yeri gelmişken ve daha baştan kayıt düşelim! Politik polemiklerle zaman geçirdiğimiz, vicdan terazisini rafa kaldırdığımız, siyasal gerilimden medet umduğumuz, kişisel çekememezlikleri gerginlik nedeni olarak sahaya sürdüğümüz ülkemizde ve günümüzde; Alınteri, emek, gayret, özveri, çaba gibi kavramların yeri ve değeri var mıdır? Geçelim bi kalem…
Toplumsal barışın en çok özlendiği yıllarda, siyasal gündemin karmaşık olduğu zamanlarda sorgulamadan, gözlemlemeden vazgeçmeyenlerin düşünceleri ve duruşları önemli midir? Onların doğasında var doğaldır da böyle olması, aksi şaşırtıcı olur deyip onu da bi kenara koyalım…
En akıllı olan, en kurnaz sayılan, batıyı en çok çatlatan, doğuyu durmadan özendiren, orta doğuyu şekillendiren dostlarını gönendiren, düşmanlarını kıskandıran, en çok aranan, en çok sevilen, en mükemmeli düşünen, en çalışkan olan, en başarılı olan, her şeyi bilen, her konuda söz sahibi olanların ülkesinde düşünmek de neymiş deyip onu da unutalım…
Ama unutmamamız gereken şeyler de var diyerek, derin iç çekişlerle sözü şuraya getirelim!
Örneğin yaşamı boyunca hep doğrudan yana olmayı, doğruları haykırmayı, gerçekleri yerinde ve zamanında dile getirmeyi iş edinenleri unutmayalım.
Örneğin öğretmenlerinin emeğini, kendisini besleyen damarların adresini, yaşam yelpazesinin üzerinde ki dost bakışları, el tutan yoldaşları, başı dara düştüğünde tutup kaldıranları, mutluluğunu ve acısını paylaşanları hep baş tacı yapanları unutmayalım…
Yer yer kızan, bazen karışan, kışkırtan, ama hep koruyan, kollayan, saran, kavrayan, üzülen, acı çeken ana- baba kavramının içini dolduracak kadar içten davranan ana yarısı sayılan, baba yüreği taşıyan büyüklerimizi unutmayalım…
Ben sen, biz onlar, diye diye atılan köprüleri, yerli milli edebiyatıyla dışlanan değerleri, ötekileştirilen, ayrıştırılan, yok sayılan, görmezden gelinenleri unutmayalım…
Kıyıda köşede altını çizmediğim, konu, değinmediğim sorun kaldı mı bilmiyorum. Ama bildiğim o ki; “Dünyada tek namuslu insan varsa onu aramaya, bulmaya mecburuz, mahkûmuz.” Böyle diyor Sait Faik. Haksız mı? Hele de ülkemiz her anlamda darboğazda iken ve sığ sularda yüzerken…