“Küçük resme bakarak özeleştiri yapmak!” başlıklı yazıma gelen “yerden göğe haklısınız” diyen, ileti ve yorumlardan sonra, haftanın ilk yazısını yazarken; hem girişi yapmakta, hem de başlık çıkarmakta çok zorlandım. Neden derseniz? Adı konmasa da bunca derdimiz varken, görünmese de bunca küçük ve büyük resim ve resim altı, okunması gereken satır araları varken! Tarihimizin en hüzün verici dönemini yaşarken, virüsle bi türlü istenilen düzeyde mücadele edilemezken, doğruları çarpıtarak algı operasyonu yapmak çok yaygın bir taktikken, hele de incelikleri ve öncelikleri unutalı çok olmuşken yazmayıp ne yapacaksın…
Bitmedi. Biter mi? Minare çalınmadan çok önce her türlü kılıf hazırlanırken, tamiri zor olan derin yaralar bir türlü kabuk bağlamazken, pandemi kalkanının ardına sığınarak ulusal günleri yasaklamak artık klasik bir yöntemken, hele de gerçekler taşınması ve yüzleşmesi zor bir yükken yazmayıp ne yapacaksın…
Her önemli açıklamadan sonra koro halinde gelen; “mesnetsiz, haksız, hadsiz, talihsiz, hükümsüz, yok hükmündedir, bu yanlış düzeltilmelidir” gibi sözler diplomatik anlamda ve alanda çok da etkili olmazken yazmayıp ne yapacaksın…
Hüzünlü, buruk, kırık, hayalsiz bir süreç yaşanırken, insanlar ürkerek, korkarak, tartarak, konuşmaya çalışırken, yaralar kadar yara bantları da boğazı düğüm düğüm ederken, nedenler çok derinlerde yattığı için olan ülkenin yarınlarına ve gençlerine olurken yazmayıp ne yapacaksın…
Bin kez taraf ve fikir değiştirenler bu kadar çokken, fakat, ama, çünkü demeden dimdik ayakta duranlar giderek azalırken, kimin yanında kimin karşısında olduğu bilinen ve netçe görülen, ideolojik omurgası sağlam kişilerin varlığı yok sayılırken! Sık sık küçük ve büyük resimlere bakmayıp da ne yapacaksın…
Şimdi de bilmeyenler ve unutanlar için hatırlatalım…
Kişilerin ve toplumların ayakta ve hayatta kalma nedenleri vardır. Kişiden kişiye öncelikler değişse de esas olan sevgidir, güvendir, güvencedir, özgürlüktür, iştir, aştır, dayanaktır, moraldir, umuttur, hayaldir, özetle biraz gün, daha çok gelecektir.
Milletvekili ya da belediye başkanlığına aday olup kazanamayanlar için öncelikle rektörlük, olmadı büyükelçilik, o da olmadı yönetim kurulu üyeliğinin cepte olduğunu görünce, egemenliğin, eşitliğin ve emeğin geniş anlamda gaspına tanık olunca! Akla şu sorular geliyor? Başka gerçekleri olanların, başka hikâyeleri olmayacak mı? İnsaf ve vicdani duyarlılık tedavülden kalktı mı? Liyakat, deneyim, uzmanlık ne işe yarar? Hal böyle iken insani, ahlaki, vicdani hassasiyetleri olanlar ne yapsın?
S. Erdoğan; “Derya Yanık kişisel yetkinlik ve donanımı nedeniyle bakan oldu” demiş. Bu açıklama üzerine kendilerine, atamalarda liyakat unutulalı, yandaşlık yeterli neden sayılalı çok oldu gerçeği hatırlatılarak, babası tarafından bakan yapılan Derya Yanık, acaba KADEM’in yöneticilerinden olmasaydı bakan olur muydu sorusu akla geliyor da!
Günlük vefat sayısının 400’e dayandığını, gri pasaportun nelere kadir olduğunu, ticareti ve siyaseti birlikte götüren bakanların rahatlığını, bazı söz ve eylemleriyle siyasi selam çakanların önlenemeyen yükselişini görünce büyük resme bakmak kaçınılmaz oluyor da!
Şimdilik ya da bugünlük bu kadar diyerek bu çerçevede noktayı koyarsak! Bu yazıyı niye yazdığıma, bu konuya neden daldığıma, derdimin ne olduğuna gelince;
Belki birileri çıkar okur diye olmasın. Gerçeğin ve hayatın üzerindeki baskının giderek artması olmasın. Bu koşullarda nasıl ve ne zaman toparlanacağız sorusu olmasın. Milyonların dünyaya sığmayan dertlerini paylaşmak için olmasın. 4 yaşındaki oğlunu trafik terörüne kurban veren annenin; “kolum, bacağım, ocağım, gel artık!” şeklindeki yürek yakan sözleri olmasın. Senelerin verdiği eğitimcilik deneyiminin yüklediği görev ve sorumluluk bilinci olmasın.
Bence tümü! Sizce?