Cumhuriyetin sanayi hamlelerinin başında üç beyaz parolasıyla hayata geçirilen “Pamuk, şeker ve un” vardı. Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi pancarımızdan almak, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak, bu yerli ve milli parolanın açılımı, daha doğrusu ve güncel deyimle dönemin mottosuydu!
Cumhuriyet 85 yıl önce bize yerli ve milli üretim destanını sunarken amacı; işçisiyle, köylüsüyle, üreticisiyle, ekicisiyle bir emek destanını hayata geçirmekti. Bu adımlar atılınca ve büyük başarıyla gerçekleşince ne mi oldu? Şu oldu. Yerli bir model sunularak, hem şeker pancarı eken çiftçi, hem pancar küspesi ile hayvanını besleyen köylü, hem pancardan elde edilen şekeri kullanan halk, hem de ithalata bağımlı olmadan bulabilen şehirli tüketici devlet eliyle korundu, kollandı, kucaklandı ve kavrandı. Az şey mi?
Ülkemizin gittikçe ağırlaşan sorunlarını görünce, devlete ve millete ait tesis, fabrika, arazi, değerli arsa ne varsa elden üç otuz paraya çıkarılıp özelleştirilen muhteşem hazinelerimizi görünce, bu sorunları dert edinmiş biri olarak aklıma gelenleri paylaşayım dedim…
Limandan rafineriye, bankadan fabrikaya, elektrik santralinden barajlara, köprülerden madenlere, değerli arazilerden kupon arsalara, otoyollardan okullara aklınıza gelen her şeyin haraç mezat elden çıkarıldığını görünce unutamadıklarımı yazayım dedim…
Yeni fabrikaların yapılmadığı, var olanların satıldığı, satılanların verilen büyük sözlere rağmen acilen kapatıldığını görünce içimi burkan bu konuyu daha fazla ertelemeyeyim dedim…
Tam da bunları yazmayı planlarken gerilere, çooook uzaklara gittim. Bellek müzemde dolaşırken rahmet ve özlemle andığım dayım Fevzi Aküzüm’ün müdürlük yaptığı pek çok şeker fabrikasına ait sayısız anı ve unutamadığım fotoğraf kareleriyle karşılaştım. Gel de yazma tüm bunları dedim kendi kendime! Şimdi o günlere dönmenin, bir yolculuğu çıkmanın ve Cumhuriyet trenine binmenin zamanıdır!
Çocukluk yıllarım! Dayım boyuyla posuyla, yakışıklılığıyla, hakkını vererek oynadığı yöresel oyunlarımızla, hele de Şeyh Şamil’i oynarken kendine has figürleriyle beynime yerleşip kalmış. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirmiş ve ilk görev yeri olan Uşak Şeker Fabrikasında işe başlamış. Kardeşine çok düşkün olan rahmetli annem de hemen yollara düşmüş tabii.
Şeker fabrikalarına, oralardaki eğitime, sosyal hayata, fabrikalardaki hizmet içi eğitime ve Büyük Atatürk’ün; “kalkınacak memleket!” sözünü esas alan anlayışa ait ilk bilgilerim çocuk aklımın almadığı ama çok etkilendiği o yıllara ait. Annemin anlattıkları ve dayımdan duyduklarımla sınırlı!
Derken hızla geçen yıllar, büyümeye başlayan ben! Sırasıyla Erzurum, Konya, Elazığ, Susurluk Şeker Fabrikalarından müdür olarak çalışan dayım! Ve nereye giderse oraya kardeşini ziyarete giden annemin eteğine yapıştığım yıllar! Kısaca devletin devlet, memurun memur, işleyişin mükemmel olduğu yıllar…
Her açıklamalarına; “ne var bunda, ne olmuş yani!” diyenlerin asla anlayamayacağı, asla düşünemeyeceği, hatta hayal bile edemeyeceği bir kalkınma coşkusu, geceyi gündüze katan bir hız ve dört dörtlük bir kalkınma modelinin uygulandığı yıllar. Çalışma ki ama ne çalışma!
Aslen İstanbullu olan rahmetli Ayten yengemle el ele verdikleri çok mutlu bir yaşamda, herkese kucak açan, yol gösteren, arka çıkan bir ortam. Sınıfımı başarıyla geçersem bana ödül olarak verilecek en güzel şey; “dayımlara gitmek.” Kuzinim Azer, kuzenim Mustafa ile yaşadığımız unutulmaz çocukluk yılları…
Unutamadığım bir başka fotoğraf karesi ise şu: Yoksul birileri mi var, ona el atılacak. Eli dar bir aile çocuklarını mı evlendirecek, son derece yetenekli olan rahmetli yengem, giysilerini dikecek, gelinin makyajını üstlenecek. Kars’tan hasta birileri mi gelecek, doktoru, hastanesi, yol masrafları karşılanacak. Kısaca her şeyle ilgilenen bir aile hazır bekleyecek…
Önceleri çocuk, sonraları genç aklımla düşünüyorum da; Fabrika tesisleri içinde sadece şeker üretilmezdi. Tarım ve hayvancılık yapılır, eğitim verilir, fabrikada üretilen sütler cam şişelerde satışa sunulurdu. Fabrikanın orkestrası, tiyatrosu, sinema salonu, lokantası, kantini, kuaförü, doktoru, veterineri vardı. Ulusal ve dini bayramlarda törenler düzenlenir, düğünler, mezuniyet törenleri, kermesler, yardım geceleri şık salonlarda ve büyük katılımla yapılırdı.
Bu arada biz çocukları en çok ilgilendiren ise; hafta sonları yapılan sosyal etkinliklere katılıp katılmayacağımız! Çocuklara ve gençlere yönelik eğitim ağırlıklı kurslara mutlaka katılacağımız! Büyükler; yürüyüş yollarında veya çimlerin üzerinde sohbet ederken biz özel olarak düzenlenmiş bisiklet yollarında tek olan bisiklete kaçar dakika bineceğimiz! Hangi çeşit dondurmadan kaç adet yiyeceğimiz! Ah dertsiz, tasasız çocukluk yılları…
Yıllar sonra üniversitede tanıştığım pek çok arkadaşımın babaları şeker fabrikalarında çalıştığı için şeker bursuyla okuduğunu duyacak ve bir kez daha Cumhuriyetin eşit ve paylaşımcı ilkelerine şapka çıkaracaktım…
“Seçimdir, oydur, ben ne dersem odur” mantığıyla nişasta bazlı şekeri (NBŞ) halka yedirmeyi amaç edinen yönetim; şeker fabrikalarını elden ve gözden çıkararak hem köylünün gelirine, hem işçinin işine, hem nakliyecinin yüküne, hem bakkalın kârına, hem halkın kaliteli şeker yemesinin önüne, hem tatlıcının satışına engel oluyorsa yapacak bir şey yok!
Not 1: Bu durumda taraflar sonuçlarına katlanırken, çocukluk anıları olanlar anlatırlar. Bir bilge çıkıp; “Yoksulluğun nedeni açları değil, tokları doyuramamaktır” derken, fabrika önünde toplanan Turhal halkı; “Şeker vatandır, vatan satılmaz” diye bağırırlar…
Not 2: Şeker fabrikalarına emek verenler! Sizleri rahmetle, saygıyla, özlemle anıyorum…