Evet Suriye’de, özellikle de İdlip ’de ve Ege’de hava kurşun gibi ağır yine...
Belli ki bu süreç kolay kolay bitmeyecek. Ama diğer yandan hayat da devam ediyor. Yani bu zor günlerde biraz olsun güzel şeylerden de bahsetmekte fayda var. Mesela 20-30 Ekim tarihleri arasında sürecek “Kadıköy NETAART Güzel Sanatlar Galerisinde” yepyeni ve şaşırtıcı, rengarenk hoş bir karma resim sergisi açıldı. Asker kökenli 17 ressamımız gurup kurup, bir araya gelerek açtı bu sergiyi…
Bilmiyorum kaç kişinin haberi oldu ama bu mütevazi ama yetenekli sanatçılar emeklerini, natürmort, peyzaj, sür-realist, empresyonist, ekspresyonist, kübist, vb. eserlerini bu galeride sergiliyorlar. Gezmenizi öneririm. Sanatçıların neredeyse hepsini de Cumhuriyet Ordusunun Harp Okullarındaki öğrencilik günlerinden ve kışlalardan, hatta bazılarını askeri operasyonlardan, tatbikatlardan, şarktan garptan, çok sıkı eğitim süreçlerinden de tanıyoruz. Yeterince asker düşmanı etrafta dolaşırken, bu girişimci yurttaşlarımız, adeta sanatlarıyla toplumsal yaşama biraz olsun katkıda bulunup, uğranılan bunca kumpas vs. gibi haksızlıklara adeta sessizce cevap da veriyorlar …
Konunun tarihçesi ise şöyle; öncelikle “Askerlik ile sanat arasında ne ilişki olabilir ki?” diyenlere karşı bir çağdaşlaşma projesi olarak, 1980’lerde en üst komutanların desteğiyle, Harbiyeli öğrencilerle omuz omuza verilerek Kara Harp Okulu’nda çok büyük bir atölye açılarak bu yenilikçi yolculuğa başlandı.
O zamanlar, yeni binanın çok sayıda resim sehpalı (şövaleli), seramik fırını da bulunan en üst katındaki o yepyeni büyük atölyede 250’den fazla gönüllü Harbiyeli ile başlandı. İlgi çok büyüktü. Bu faaliyeti atelye şefi olarak başlangıçta şahsen biz koordine ediyorduk. Naim Uludoğan, Cemal Güvenç, Nüzhet İslimyeli, Hamiye Çolakoğlu, Y. Çallı gibi usta sanatçılar da “karşılıksız olarak” bu atelyeye gelip buradaki boş saatlerinde resim yapmaya başlayan, ilgisi büyük öğrencilere sanatsal açıdan kritikler yöneltip, yol gösteriyorlardı…
Aslında bu istekli Harbiyeliler çok ağır eğitim ve öğretimlerden geriye kalan, kısıtlı boş zamanlarından fırsat bulup, gazinoda tavla oynamak veya televizyon dizileri izlemek yerine “yaşam boyu güzel bir hobi edinmek için” başlamışlardı bu uğraşa. Tam destek vardı. Deniz ve Hava Kuvvetleri askeri okullarında da hatta bütün kuvvet askeri liselerinde bile atölyeler o süreçte peş peşe açılmıştı. Bir avuç Harbiyeli, organize olup yaptıkları tablolarıyla büyük şehirlerde karma yağlı boya resim-seramik sergileri açıyorlardı. Bilmiyorum şu anda mevcut askeri okullarda bu başlatılan çaba devam ettiriliyor mu? Ama askeri lise de kalmadı ki bunları soralım artık… Yazık oldu.
Daha sonraları, 2000’li yılların başlarında bir resmi ziyaretimizde bu büyük atölyenin nedense başka bir binaya küçücük eski bir ışıksız mekâna taşındığını ve başlatılan klasik resim ve seramik uğraşlarının “ebru, tuğra yapma, hat sanatı vs.” çalışmalarına dönüştürüldüğünü de görmüştük. O zaman “neler oluyor” diye çok şaşırmıştık… Bu tür sanatları katiyen küçümsemiyoruz ama bizim başlattığımız güzel sanatlar alanı o değildi…
Yine de bazı Harbiyeliler başlangıçta atılan o ilk sağlam mayanın etkisiyle bu çabalarını vazifelerinden taviz vermeden sonradan da devam ettirmeye çalıştılar. Hatta bazıları mesleklerinde başarılı olarak, sanatlarını da bu günlere kadar sürdürebildi. Yukarıdaki söz konusu sergiyi açanlar, işte o nesil gönüllü asker ressamlar ve eminim arkası da gelecektir bunun…
Bu arada bazılarınızın aklından hemen “Ordu, geçtiğimiz bu berbat 10-15 yıllık süreç içinde güzel sanatların peşinde koşacağına, kumpaslara düşmeyip ayakta kalabilseydi” diyor da olabilir. Ama kuşkusuz bu nedenden dolayı olmadı o berbat kumpaslar. Gerçek nedenleri ise bu tür köşe yazılarına asla sığmaz zaten… Eğer bir asker, vazifesinden taviz vererek ressam olmaya çalışıyorsa ya da spor yapıyorsa bu kabul edilemez kuşkusuz. Az da olsa ABD deniz piyadeleri gibi kaskatı düşünen farklı görüşlere de saygımız olmakla beraber bu konudaki cevabımız nettir; “Güzel sanatları hobi edinmek asla zayıflık değildir, aksine insan ve yurttaş için bu büyük bir zenginliktir!”. Bize göre zaten bu anlayış “Kışla okuldur” felsefesinin de bir ürünüdür.
Hep at gözlüğüyle bu dünyaya bakanlar, sporu, güzel sanatları orduda pek sevmezler ve Atatürk’ün o ünlü “Çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmak/ aşmak” hedefinin ruhunu bilmeden de olsa sürekli ıskalarlar… Yıllarca azınlık da olsalar bunları hep gördük, yaşadık… Ama kadir kıymet bilenlerin ve destekleyenlerin oranı her daim, kıyas kabul etmeyecek kadar yüksek olmuştur bu alanda...
Zaten aşağıdakileri okuyunca askerlerin hangi koşularda olursa olsun “hem çok ağır vazifesini başarıp hem de kendisine ayırdığı o çok kısıtlı boş zamanlarından fedakârlık yaparak güzel sanatlarla uğraşmalarının nasıl mümkün olabileceğini”, daha iyi anlamış olacaksınız.
Ancak bir hususu da buraya şimdi not düşelim; Ordumuz son on yıllarda “Asker ressamlar sergileri” açmak geleneğini zaten sürdürüyordu. Hakkını verelim ama şu sıralar pek takip edemedik son durumu…
İşte aşağıdaki yazı bu ilginç sanat yolculuğunun, maksadını ve tarihçesini gelecek nesillere yansıtabilmek ve de tarihe bir not düşebilmek için yazıldı…
‘’Fuat; emin ol, matematiğe verdiğim emek kadar şiire ve resme emek verseydim, beni Harbiye’nin dört duvarı arasında kapanmış bulamazdınız. Mehtaplı gecelerde mektepten kaçar buralara gelirdim. Şiir yazardım, sabahın ilk ışıklarıyla da resme başlardım.’’
Evet, bu sözler ünlü bir şairin veya ressamın değil, Mustafa Kemal’in Harbiye sıralarında, Büyükada’da mehtaplı bir gecede, çok yakın arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ’a söylediği ve kitaplaştırılmış hatıralarda yer alan sözleridir. O, böylesine coşkulu, böylesine ince ruhlu, böylesine sanatseverdir. Öylesine coşkulu ki; mehtapla şiir yazmaya başlayacak, sabaha kadar yazacak, yorulmayacak, hiç vakit kaybetmeden günün ilk ışıklarıyla birlikte de bu kez resim yapmaya başlayacak ve hiç durmayacak…
Ancak, iyi biliyoruz ki ne yazık ki Trablusgarp’tan, Çanakkale’ye, Muş cephesine, Suriye’ye, Kurtuluş Savaşına katılacak, büyük devrimleri gerçekleştirecek ve hiçbir zaman bu söylediğine fırsat bulamayacak, hatta bulamadan da bir 10 Kasım’da aramızdan ayrılacaktır.
Bir Asker’in sanat sevgisi, duygusallığı bu kadar bariz, nadiren ortaya çıkar. Gerçekten de bir Türk Subayının Astsubayının yapamasa da fırsat bulmasa da duygularını çok güzel ortaya koyuyor bu sözler...
İşte askerler yakın tarihimize bakılırsa, çok yer gördüklerinden ve devamlı insanla, tabiatla iç içe olup ilgilendiklerinden genelde sanatta önder veya en azından sanatsever olmuşlardır. Çağlar boyu da böyle süregelmiştir.
Örnek olarak resim dalını ele alalım; O zamanki eğitim sisteminin gereği olarak Batılı anlamda Türk resim sanatı asker ressamlarla gerçek kişiliğini bulmuş, gelişmesinde 1800’lü yılların ortalarından itibaren askerin rolü büyük olmuştur. Kuşkusuz bunu sadece basit bir kurumsal övünç olarak belirtmek yanlış olur. Çünkü, o günlerin sosyal yapısı dikkate alındığında Batılı anlamda resim sanatının Askerler tarafından ülkeye sokulması ve öncülük yapılması gayet normaldir.
O tarihlerde parçalanmak üzere olan, hatta Kırım Savaşı öncesi hasta adam dahi denen Osmanlı İmparatorluğu, bulunduğu durumdan kurtulabilmek için, batılılaşmaya ilk olarak ordusundan başlamıştı. Bunun doğal sonucu olarak da ordu müessesi her yönüyle Batıya açılırken, diğerlerine oranla batıya daha erken açılmıştı. Ordu biraz modernize olunca da İmparatorluğun yıkılışı epeyce yavaşladı.
Bu çabanın neticesi olarak; Askeri okullarda, Askeri kurumlarda Batılı anlamda her konuda ön alınmıştı. Çağdaş resim tekniği de Batı metotlarına göre öğrenim gören Askeri Okullarda okuyan her taraftan gelen yurt çocuklarına daha erken ulaşmıştı. Eğer aynı dönemde diğer kurumlarda da bu imkân olsaydı, kuşkusuz onlar da faydalanabileceklerdi.
Genel olarak süreçteki gelişmeleri kendisi de asker ve bir Harbiyeli ressam subay olan Nüzhet İslimyeli, Asker ressamlarla ilgili bir dergi köşe yazısında tarihsel gelişmeleri söyle özetliyor: “15’inci yüzyılda Fatih’in; Gentile Bellini, Matteo Di Pasti, Ferrera gibi ünlü Rönesans ressamlarını ülkeye davet etmesiyle resim sanatı, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında özellikle saray çevresinde yerleşmeye başladı. İlk meyvelerini de Sinan Bey, Mehmet Siyah, Ahmet Musa gibi ressamlarımızla topladı. Sonları İran sanatın etkisiyle, Batı resim türünden bir anda kopularak minyatüre dönüldü. Ardından gidişat, “perspektifin resim tekniğiyle” birleştirilmesiyle kişilik kazanarak Ata Çelebi, Levni, Süleyman Çelebi, Üsküdarlı Ali Çelebi, Arif Bey gibi sanatçıları doğurdu. Bu sanatçılardan özellikle Levni’ nin bütün gayretlerine rağmen Batılı anlamda resim, yine de tam anlamıyla ülkeye giremedi. Bizde gerçek anlamda resim sanatında Batı tekniği, 1773’te III’ üncü Selim’in Mühendishane-i Berri Hümayun ’a (Topçu Okulu’na) desen derslerini koymasıyla başlar. 1835’te Harbiye’nin Askeri Rüştiyelerinin (Askeri Lise) ve Askeri idadilerin (Askeri ortaların) kurulmaları ve üstelik desen çalışmalarının ve resim derslerinin okutulmaya başlanmasıyla çok önemli adımlar atılmış ve Batı tekniği; mezun olan genç subaylarla birlikte, yurdun dört bir tarafına dağılmaya başlamıştı. Aynı yıllarda yurt dışına görevli gönderilen Subaylardan Mülazım’ı Sânî (Üsteğmen) İbrahim Efendi (sonradan Korgeneral) ve Tevfik Efendi bu hareketlenmenin ilk meyveleri olmuşlardı. İbrahim Efendi, aynı zamanda bizde yağlı boya resim yapan ilk Türk ressam olarak bilinir.
Daha sonra 1847 – 1851 yılları arasında Selim Satı Paşa, Bekir ve Emin Paşa’nın gayretleriyle desen çalışmaları; Askeri okullara iyice yerleşmişti, 1846’ya kadar Avrupa’ya çeşitli zamanlarda gönderilen Hüsnü Yusuf, Ahmet Ali, (sonradan Şeker Ahmet Paşa) Ahmet Emin, Süleyman Seyyit gibi subaylar; Courbert, Monet, Corot’ların Empresyonizm (1) denilen etkilerini taşıyarak ‘Çağdaş Resim Anlayışını’ ülkeye yerleştirmeye başlamışlardı. Aynı dönemde bazı yetenekli subaylar, Galip Paşa’nın büyük çabalarıyla; Menşei Muallimin adı altında açılan askeri bir okulun resim bölümünden mezun olarak, öğretmen olmaya da başladılar. Bu okul, tam anlamıyla Batı müfredat programlarını uyguluyordu. Aynı okulda Mösyö Kes gibi ünlü ressamlar da öğretim üyeliği yapıyorlardı. Ülkede ilk empresyonist ressam olan Hüseyin Zekai Paşa, Batılı teknikle resim yapan en ünlü subaylarımızdandır. Ancak bütün gayretine rağmen empresyonizmi yayamamıştır.1914 yılına kadar tutucu bir öğretim yaptıran sivil Sanayi Nefisi Mektebi yeniliği pek kabullenmemiştir.
Daha sonra, ünlü Halil Paşa bu yeniliği benimseyerek, empresyonizmi kabul eden, ikinci Türk ressamı olmuştur. Bu iki subayımıza eğer sanat çevreleri o tarihlerde gereken ilgiyi gösterebilselerdi, bizde Batılı anlamda resim çok daha fazla gelişmiş olabilirdi.”
Aynı yıllarda bir başka değerli subayımız ve ressamımız Hoca Ali Rıza’nın bu iki Paşa’mızın resim yapma ve boyama/ fırça üsluplarına yaklaştığını, hatta yeni bir ekol yaratmaya muvaffak olduğunu da görüyoruz. Daha sonra Sami Yetik, Hikmet Onat, İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Avni Lifij, Nazmi Ziya, Namık İsmail gibi içlerinde çoğu asker olan ünlü ressamlar, 1880 – 1910 yıllarında Paris’e eğitim için gidip, klasik ekolden kurtularak Empresyonizmi benimseyince, Avrupa’da 1880’lerde tam anlamıyla kabul edilen Empresyonizm bize, ancak 1914’lerde girebilmiş oldu. İşte bu tarihten itibaren çoğu asker olan bu dinamik sanatçı ressam kuşağın gayretleriyle, Avrupa ile açılan mesafe kapatılmaya çalışıldı.
Başkumandan Enver Paşa da bugün askeri müzedeki Osmanlı İmparatorluğunun kılıçlı süvari hücumlu o büyük tablolarını işte tam da bu tarihlerde yaptırdı.
O zamanlar ve sonraları yukarıdaki isimlere ilaveten Faik Paşa, Sami Boyar, Ali Sami Bayar, Mehmet Ali Laga, Sadık Göktuna, Nazmi Çekli, Ali Rıza Beyazıt, İhsan Çanakkaleli, Selahattin Şıvga, Celal Esat Arseven, Cevat Karsan, Pertev Boyar, Em.Gn. Saim Kanra, Arif Kaptan, Em. Bnb. Naim Uludoğan, Em. Alb. Nüzhet İslimyeli, Adil Doğançay, Em. Alb. Besim Tümer, Yekta Topsakal, Em.Alb. Cevdet Akbıyık, Cahit Uysal, Muhsin Saya, Em.Alb. Nahit Dorken, Em. Kur. Alb. Avni Savaşkurt, Em. Mu. Alb. Şükrü Erdiren, Şehit Pilot Necdet Gemlikli gibi artık aramızdan ebedi olarak ayrılmış olan asker ressamlarımız Türk resim sanatına çok uzun yıllar emek ve yön vermişlerdir. Genç kuşaktaki bugün ressam olan ve sanatını yürüten, toplumda kurslar açıp resim sanatını gençlere ve ilgilenenlere yayan, asker ressamların adlarına burada yer darlığı nedeniyle ne yazık ki yer veremedik. Bağışlasınlar…
İşte genelde pek bilinmez ama geçmişimizde bu ülkede böylesine güçlü bir asker sanatçı kuşağı yaşamıştır.
Üstelik asker ressamların çoğu, mesela Balkan Harbinde, Kurtuluş Savaşında, seferberlikte binlerce sıkıntının içinde bu işe bir şekilde fırsat bulabilmişlerdir (Örnek; Sami Yetik, Edirne müdafaasında savaşmış bir subaydır. Sonradan esaretinde bile resim yapmaya fırsat bulabilmiştir. Onun savaş tabloları müzelerimizdedir). Ünlü ressam subaylarımızdan Mehmet Ali Laga ise Çanakkale Savaşı sırasında savaş aralarında fırsat bulup mükemmel bir çalışmayla yüzlerce tablo yapmış ve o günleri bugün bile yaşatma becerisini gösterebilmiştir. Bu çok değerli koleksiyon halen Çanakkale Deniz Müzesinde bulunmaktadır. Ama 1960’lı yıllardan itibaren “güzel sanatlar akademileri” camiası, nedense asker sanatçılara oldukça mesafeli durmuştur (Ankara’dayken ünlü asker ressamlardan bunu şahsen çokça duymuştum) …
Peki, günümüzde subay ve astsubayın sadece resim değil, bütün sanat dallarından biri veya birkaçıyla uğraşmaya zamanı var mıdır? İşte bu en kritik sorudur; “vardır” dersek, gecesini gündüzüne katmış her tarafta dağlarda taşlarda cephelerde çalışan büyük bir kitleye haksızlık ediyoruz demektir. Ama “Yoktur” da dersek, peki o halde eski kuşaklar seferberlikte, o korkunç savaşların içinde buna nasıl fırsat bulabilmişlerdir? Aslında çağdaş dünyada da bu durum pek farklı değildir, oradaki asker ressamlar katıldıkları savaşları resmetmişlerdir, belgesel filmlerini çekmişlerdir ve bunlar sanatsal miras niteliğinde olup günümüzde müzelerin, kolleksiyonerlerin halkla paylaştıkları nadide eserleridir. İnsanlarca o kanlı cephelerde nasıl-nelerin çekildiğini renklerle desenlerle filmlerle anlatmayı başarmışlardır…
İşte kanaatimizce bulunacak boş zaman, askerlik mesleğinde olsa dahi insana bağlıdır. Boş kalınan çok az zamanlarda bile bir şeyler yapılabilir. Yani insanımız yapmak, yazmak, okumak, izlemek veya dinlemek için mutlaka fırsatlar bulmalıdır. Çağdaş bir insan ya da asker için bize göre bu, bir çiçeğin sulanması kadar gereklidir.
Ancak bunları yapmak demek, hiçbir zaman gerçeklerden, asli vazifeden, atıştan, eğitimden veya öğretimden kopmak demek de değildir kuşkusuz. Aksine; boş zamanında hangisi olursa olsun bir sanat icra eden, enstrüman çalan-dinleyen veya izleyen subay ve astsubay, taarruzu yaparken birliğinin en önünde koşan, taarruzu en iyi icra eden kişi de olmalıdır. Mehmetçikle yatıp ona “en doğru nişan almayı” gösteren kişi de olmalıdır. Kısacası Mehmetçiğine, astlarına güzeli, iyiyi, doğruyu gösteren ve öncülük eden kişi olmalı, sanatın güzel özelliklerini ve avantajlarını mesleğinde değerlendirerek vazifesini en iyi yapan olmalıdır.
Çok uzun seneler sonra ilk olarak 1980-81 yıllarında Kara Harp Okulu başlattığı resim ve seramik çalışmaları geç de olsa meyvelerini vermeye başlamış görünüyor. Zamanımızda açılan resim, seramik sergileri o dönemlerde yapılan teşviklerin ilk ürünleridir. Toplum yaşamına her daim katkıda bulunmayı vazife bilen Silahlı Kuvvetlerimiz için de bunlar iftihar kaynaklarıdır.
Askerlikte ‘’sanatla uğraşmanın’’ faydasına gelince, bu iş sadece, ‘’yaratıcılığı artırmak’’ değildir. Özellikle güzel memleketimizin dört bir tarafına dağılan subay ve astsubaylarımızın, bu küçük yerlerde çeşitli kötü alışkanlıklardan soyutlanmasına da yardım eder sanat. Sanatla uğraşmak bıkkınlığı önler, insanı yeniler. Gerçekten de yeni bir şeyler ortaya koyan insan, üretmenin ve emeğin o büyük değerini daha kolay anlar, ruhen daha güçlü olur, kendine daha çok güvenir, daha hoşgörülü olur. Elindeki bağlamaya, uda, kâğıda, tuvale deşarj olur; izlerken, dinlerken hep olumlu bir şekilde deşarj olur. Dolayısıyla ertesi günkü eğitime daha güçlü bir yürekle, daha sevecen, daha dinç bir kafayla çıkar.
Sanat, ayrıca her insana; planlı ve düzenli olmayı, başladığı bir işi disiplinle bitirmeyi de öğretir.
En güzeli aramak, bulmak için çabalamak ve sorgulamak, estetik bilinci, irade, hep güzel sanatlar içeriğinde vardır.
Mesela resim yapan-ressam doğayı ve insanı çizerken boyarken, onları dikkatle gözlemleyip ne kadar muhteşem değerler olduğunu ve de onları daha da çok sevmeyi öğrenir. Ya da sevgiliye (Vatan, insan, tabiat vs.) söylenen bir şarkı ya da marşla insanın içi yenilenir, yaşama sevinci vatan, aile, insan sevgisi ile dolar. İnsan sevgisi ile dolunca da ülkeye çok güzel Mehmetçikler yetiştirilir. Mehmetçiğe hem harp sanatı hem de daha iyi insan, daha iyi yurttaş olmak daha kolaylıkla öğretilir. Doğadaki yeşilin sadece tek bir renk değil de yüzlerce farklı tondan oluştuğunu gözlemci bir insan, sanatla daha iyi anlar. Bunu anlayan insan ise diğer insanların da farklı farklı düşüncelere sahip olabileceğinin daha kolay farkına varır.
Ayrıca askeri görevler sırasında bugün Harbiye’de resim çalışan bir öğrenci, subay olarak mezun olunca, gerektiğinde kendisine bir keşif görevi verildiği zaman; hele de dijital imkanlar o an orada yoksa, mükemmel bir manzara krokisini en çabuk ve en doğru çizip, düşmanla ilgili tüm detaylı bilgileri, komutana zamanında ulaştırabilecek bir asker olabilir (Düşman ve silahların yerleri, haritaya ya da fotoğraf veya videoya göre çok basit bir manzara krokisiyle çok daha kolay anlatılabilir). Gerçekten de özellikle Kurtuluş Savaşı’nda bu usulün büyük faydaları görülmüştür.
Yurdun dört bir tarafına dağılan askerlerle ilaveten, çağdaş sanat ve yenilikleri ücralara götürmek, sergiler açmak ve bunları izlemek-izletmek gibi sanatsal katkıları kolaylıkla her köşeye ulaştırılabilir.
Bunlar bizce, her bölgedeki farklı insanları kaynaştıran, yakınlaştıran, “bölgesel sanatsal yaşamı” teşvik eden, askerin öncü nitelikli çok değerli toplumsal yaşama katkı faaliyetleri olarak da görülebilir.
Peki bunca sözden sonra ve de yazımızın sonunda soralım o halde “sanatın askerlikle ilişkisi” ne olabilir? Veya başka bir deyişle bütün bunlar bir yurttaş ya da asker için hobi edinmenin dışında ne işine yarayabilir ki? Bu soruların cevabı da çok önemlidir.
Öncelikle hepimizin bildiği gibi “sanat” kavramının en büyük özelliği özünde “Yaratıcılık” konusuna dayanıyor olmasıdır. İşte bir subayın veya astsubayın da tıpkı bir ressam gibi, “işinde yaratıcı olmak” mecburiyeti vardır. Çünkü elindeki kısıtlı imkanları büyüten, devleştiren çok eskilerden beri zaten kendi yaratıcılıklarıdır. İster görevdeki ister emekli olsun bir asker için, hatta aslında her yurttaş için bu özelliği kazanmanın en önemli yollarından birisi, güzel sanatlarla bir şekilde meşgul olmaktır.
Yani bir enstrümanı iyi çalmak, güzel resim yapmak, etkileyici şiir hikâye vs. yazmak ve bunları paylaşmak, ya da duygulu şarkı söylemek, bağlama çalmak gerçekten kabiliyet işi olabilir. Doğrudur ama bizim buradaki amacımız, kuşkusuz çok ünlü bir ressam ya da ünlü bir virtüöz, besteci, şair, ressam vs. olmak-yetiştirmek değildir. Uğraşmak, çabalamak, hatta iyi bir dinleyici, okuyucu ya da izleyici olmak da sanatla uğraşmak demektir. Sanata destek vermenin de bu çağdaşlaşma mücadelesinde değeri çok büyüktür. Hepsinin de insanın yaratıcılığına katkısı önemlidir.
Ama vazifelerini “tam başarıyla ve mükemmel olarak” yapan bir asker, eğer şartlarını zorluyorsa, mesela “asker ressam olmaya çalışıyorsa” bunu teşvik etmek de bizce çok büyük bir toplumsal hizmettir, sanata katkıdır, ülkeye katma değer sağlamaktır...
Son on yıllarda şanlı ordumuzda “asli vazifeden katiyen ödün vermemek kaydıyla” yapılan bu olumlu teşviklerin sonucu olarak; İstanbul, İzmir ve Ankara’daki muvazzaf personelin, emeklilerin veya Harp Okullarının açtıkları söz konusu sergiler, bu çilekeş toplum için iftiharla girilecek yerler olarak görülmelidir, kanaatindeyiz. Bunların gelecekteki güzel günlerde daha da sık görüleceği inancındayız…
Son sözümüzü bir başka büyük sanatçıya atıf yaparak bitirelim; “Evet, Atatürk aslında bize göre tam bir sanatçıydı. Ancak savaşlardan, çetin siyasal mücadelelerden hiçbir zaman resim yapmaya, şiir yazmaya fırsatı olamadı. Ama o mükemmel bir dinleyici ve eylem adamıydı.
İşte bu yönleriyle de gelmiş geçmiş en büyük sanatçıydı. Bir şiir veya bir tablo yaratmadı ama, bütün milletiyle beraber omuz omuza, asla geri götürülemeyecek çağdaş bir Türkiye yarattı.
Asker sivil bütün gençlerin, sanatçılık özelliklerini, hep birlikte destekleyip geliştirelim, çok teşvik edelim…
Not (1): Empresyonizm, Resim sanatında, 19. yüzyılda Fransa’da doğmuş bir sanat akımıdır. ‘Impression’ (izgi) kelimesinden gelir. Türkçe karşılığı olarak İzlenimcilik olarak tanımlanmıştır. Empresyonizmde ressamın konuya önem vermeden çalışması gerekiyordu. Bu devir ressamlarının eserlerinde her ne kadar belli bir konu aranmasa da empresyonist ressamların büyük şehir manzarası, kırda, deniz kıyısında yemek gibi konulara önem verdikleri görülür. Yenilik meraklısı bu ressamlar, kırlarda, açık havada resim yapma geleneğini geliştirmişlerdir. Klasik devir ressamlarının kullandıkları renkleri de bir kenara atmışlardı, (Y.N: günün saatlerine göre renklerin değiştiğini, renklerin birbirleriyle ilişki içinde olduğunu iddia ettiler), tabiatın parlak renklerine önem vermişlerdir. Bu ressamların yaptıkları manzara resimleri gerçek manzaraya pek benzemiyorsa da kullandıkları renkler tabiatın kendinden alınmaydı. Empresyonist ressamların gayesi doğrudan doğruya göze hitap etmek değildi. Onlar bilinç altında birtakım izgiler uyandırmak istiyorlardı. Serbest fırça vuruşlarıyla elde edilen şekiller, gözden çok, ruha hitap ediyordu (Vikipedi).
Faydalanılan Kaynaklar:
Nüzhet İslimyeli, Sis dergisi, “Asker Ressamlar” adlı makalesi; Kurmay Binbaşı Cihangir Akşit’in Kara Kuvvetleri Dergisi, Temmuz 1986, Sayı: 79’da yayınlanan makalesi.