Geçtiğimiz günlerde İsrail basınında bir haber yer aldı. Buna göre, Türkiye ile İsrail arasında bir yakınlaşma süreci başlamak üzereydi ve İsrail, Türkiye’de bulunan Hamas mensuplarının tahliyesini talep ediyordu. İslami hareketin bilindik isimleri buna tepki gösterdiler ve AKP’nin bu talebe boyun eğmemesi gerektiğini söylediler. Aslında İsrail ile ilişkileri restore etme çabası şaşırtıcı değil. AKP hükümeti bir süredir, Arap Baharı sonrasında bölge ülkeleriyle yaşadığı sıkıntıları aşmaya çalışıyor. Mısır’da Sisi yönetimiyle girilen diyalog, Birleşik Arap Emirlikleri ile yapılan görüşmeler ve nihayetinde İsrail ile yakınlaşma arayışları hep bu sürecin bir parçası. Burada şaşırtıcı olan, AKP’nin bu tip dönüşleri hiçbir bedel ödemeden yapabiliyor olması ve geçmişi hiç yaşanmamış gibi hafızlardan silebilmesi.
Halbuki, AKP’nin iktidar kurma hikayesinde dış meseleler hep çok önemli oldu. Dünya 5’ten Büyüktür veya 7 Düvele Karşı Kurtuluş Savaşı gibi hamasi söylemlerin yanı sıra Mavi Vatan ve Suriye’de tampon bölge kurma gibi politikalar AKP medyası tarafından hızlı bir şekilde popüler hale getirildi. Öyle ki, bu politikalar kamusal tartışmaya kapandı ve itiraz edenler hızlı bir şekilde vatana ihanet ile suçlandı. Arap Baharı sonrası benimsenen yaklaşım da benzer bir dışlayıcılığa sahipti. Uzunca bir süre, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını eleştiren herkes darbecilik ile itham edildi ve ahlaki bir aşağılamanın muhatabı oldu.
Burada bir ayrım yapmamız gerekiyor. AKP dış politikası her halükarda kamusal tartışma kültürünü ortadan kaldırmaya çok hevesli. Bunu başarabildiği zamanlar da oluyor. Ancak dış politika meseleleri arasında bir ayrım yapmamız icap ediyor. Bunlardan bir kısmı ulusal güvenlik adına savunulurken bir kısmı da ahlaki ve vicdani zaviyelerden savunuluyor.
Özellikle 7 Haziran sonrası benimsenen milliyetçi ve güvenlikçi dil, dış politika aksiyonlarını meşrulaştırırken kullanılan dil kadar bu meşrulaştırmayı televizyon ekranlarında yapan kişilerin profilini de değiştirdi. Emekli askerlerin, ulusalcı figürlerin AKP’li gazeteci ve akademisyenlerle el ele verip hükümet politikasının ülkemizin çıkarına hizmet eden yegane seçenek olduğunu anlattıkları yüzlerce program izledik. Bu arkadaşlar için mesele hükümet ve AKP’yi savunmak değildi elbette. Ortada anayurdumuzu ilgilendiren olağanüstü bir durum söz konusuydu ve savundukları şey hükümetten ziyade aşkın bir devlet ve güvenlik meselesiydi.
Öte yandan Arap Baharı sonrası kurulan söylem devlet merkezli ulusal çıkar dilini kullanmayı pek tercih etmedi. Buna göre Türkiye dünyanın vicdanıydı ve bölge ülkeleriyle ikili ilişkilerini insan hakları gündemine endekslemişti. Mazlum milletlerin hamisi olarak stratejik olarak kaybetse de Türkiye ahlaki olarak doğru yerde duruyordu. Dolayısıyla, bölge devletleriyle yaşadığı sorunları “değerli yalnızlık” olarak nitelendirdi ve uzunca bir süre duruşundan taviz vermedi.
İzlenen her iki meşrulaştırma yönteminin de sonuçları aslında aynı kapıya çıktı hep. Bir yandan, her iki politikada, ister ulusal çıkar söylemine dayansın ister vicdan sömürüsüne, ne Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmeyi başardı ne de Türkiye ahlaki bir misyonun sorumluluğunu yerine getirdi. Mesela, hava savunma sistemi ihtiyacı kendisini S-400 sistemlerini satın almak gibi bir histeriyle sonuçlandı. Bu alıma karşı çıkan birçok insan hemen hain ilan edilerek sosyal medya trollerine yem edildi. Ardan biraz zaman geçtikten sonra, Türkiye hem bu sistemlere 2,5 milyar dolar para ödedi, hem yaklaşık 11 milyar dolar gelir elde edebileceği F-35 projesinden çıkartıldı hem de CAATSA yaptırımlarına maruz kaldı. Bu yaptırımlardan dolayı Pakistan’a, 1,5 milyar dolar değerindeki ATAK helikopterlerini parça sıkıntısından ötürü satamadı. Üstelik F-35 uçaklarını envanterine katamadı. Ve hepsinden önemlisi, bu sistemler kamuoyuna pazarlanırken yapılacağı söylenen teknoloji transferinin bir yalan olduğu ortaya çıktı. Yani Türkiye yaklaşık 15 milyar dolar para ve hava gücünü arttırabilecek uçak kaybetti. Ekranlara çıkıp S-400’leri pazarlayanlar ise hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ettiler.
Benzer şekilde, tutkulu ahlaki söylemler de pek işe yaramadı. Özellikle 2013 yılında yaptığı darbeyle hükümeti ele geçiren General Sisi yönetimine karşı takınılan tavır, Mısır muhalefetine ve Mısır İhvan’ına hiçbir avantaj getirmedi. Diyalog kanalları açık olsaydı, kurtulma şansı olan onlarca insan ağır cezalara çarptırıldılar, bir kısmı idam edildi. Türkiye ise sadece kınamakla, lanetlemekle yetindi. Mısır’da ölenlerin taziye çadırı Türkiye’de kuruldu.
Bu başarısızlıklar yaşanırken, ülke içindeki durum da hiç değişmedi. Hangi dış politika yorumu yapılırsa yapılsın, AKP’nin izlediği politikayı eleştiren herkes bir şekilde kamusal tartışmanın dışına itildi. Ulusal güvenlikten ilham alan politika muhalifleri teröristlik ve hainlikle suçlarken, ahlaki politikayı eleştirenler vicdansız, darbeci ve demokrasi düşmanı olarak hızlı bir şekilde yaftalandılar. Öyle ki, dış politika olduğu gibi iç politikanın üzerine boca edildi. Mesela 2019 yerel seçimler öncesi Erdoğan, seçimlerin Binali Yıldırım ile Sisi arasında olduğunu söyledi. Esenyurt düşerse Kudüs düşer sloganı ise gülünç olduğu kadar bu istismarın boyutlarının nerelere ulaştığını gösteriyordu.
AKP hükümeti bütün bu hamlelerinden geri dönüş yapmaya hazırlanıyor. S-400’leri bir depoya kilitlemeyi, katil diye tarif ettiği Mısır yönetimiyle diyalog kurmayı, 15 Temmuz’un arkasında olduğunu düşündüğü Birleşik Arap Emirlikleri’yle işbirliği yapmayı ve İsrail ile yeniden masaya oturmayı istiyor. Bunu da tereddüt etmeden yapıyor. Bütün bu yanlışları yaparken, itiraz edenleri, eleştirenleri yıldıran, susturan ve aşağılayan bir parti olarak sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi U dönüşlerini rahatlıkla yapabileceğini çok iyi biliyor çünkü. O dönemde kendisini destekleyen insanların asla hesap sormayacağından neredeyse emin. Muhaliflerin bir kısmı ise Erdoğan’ın kendi siyasi ikbali için yaptığı ve bedelini bütün ülkeye ödettiği bu savrulmada hala ortada bir devlet ve bu devletin çıkarı varmış gibi davranarak hata yapıyor, Erdoğan’ın hatadan dönmüş olmasını takdir ediyorlar. Halbuki eleştirilmesi gereke dış politika adımlarından daha çok bu adımları atma yöntemi. İçeriyi meşgul etmek için bir dış politika geliştirme kültürü ve son yıllarda iyice serpilen askeri endüstriyel kompleksi beslemek için çatışmaları bir fırsat olarak görme eğilimi. Eleştiriyi buradan kurmak daha olumlu sonuçlar verebilir. Aksi takdirde Erdoğan, kendi vatandaşlarının selameti için pragmatik davranabilecek ve bunu da erdem olarak sunabilecek bir medya gücüne sahip.