Ben ki her daim konjonktürü(!) koruyup kollayan, hane halkının bana vaat ettiği galibiyet primine göre(!) vaziyet alan, eş durumundan Beşiktaşlı, evlat hatırına Galatasaraylı, memleketinden ötürü Karssporlu, Brezilya seyahatimde takımla aynı lokantada yemek yemiş, kaptanla resim çektirmiş biri olarak Butafogo’luyum!
İcabında ve kendi çapımda bu çok yönlü ilgi ve alakamdan ötürü bazen dövünen bazen övünen biriyim…
Ey okur! Şimdi sıkı dur! Bu uzun ve renkli sportif listeme Ali Koç kazanınca Fenerbahçe eklenmesin mi? Durumdan vazife çıkarıp hemen gidip siyah- beyaz, sarı kırmızı, yeşil-beyaz atkılarımın yanına sarı-lacivert atkı da almayayım mı? Buna da; Ali Koç’un sözcükleri özenle seçerek, düşünerek, tartarak, bağırmadan, çağırmadan, paylamadan, haykırmadan konuşmasının iç dünyamda yarattığı sempati neden olmasın mı?
Ali Koç’un ekibine bakışı, onlara teşekkürü, sahneye davet edişindeki içtenlik ve doğallık, yönetim kademelerindeki kadın ağırlığının hissedilir ölçüde olması ve Atatürk’e olan bağlılığının altını sık sık kalın çizgilerle çizmesi sırasında gözyaşlarım sel olup akmasın mı?
Onu dinlerken bu nasıl yalın bir anlatım, bu ne güzel örnekler, bu nasıl özlemi çekilen bir bakış açısı, bu nasıl yüreklere yerleşip umut ışığı yakma becerisi, bu nasıl bir görmeğe alışmadığımız alçakgönüllülük şeklindeki sorularımı arka arkaya sıralamayayım mı?
Hele de; “Mustafa Kemal’in yolunda yürümeye devam edeceğiz. Atamız Fenerbahçeli. Evet, Fenerbahçe’ye çok yakındı. Ama O’nun kimi tuttuğu önemli değil, kimin O’nun yolunda yürüdüğü önemli” sözlerini duyunca ayağa fırlayıp alkış tufanı kopartmayayım mı?
Salonu ve tüm camiayı kucaklayan, kavrayan, ötekileştirmeyen, umut vaat eden, geçmişi karalamayan, yapılanları takdir eden, bilinçli, aydınlık, nitelikli duruşunu görünce! O yoğun duygu fırtınasıyla yollara düşüp FB atkısıyla eve dönerken kendi kendime; siyasetin bağıran, kamplaştıran, dışlayan dili bizi öylesine yordu, bıktırdı, bunalttı ki doğallığı, özeni, insanca davranışı özler ve arar olduk diye itiraf etmeyeyim mi?
Sonra da bu değişim ve dönüşüme başka nedenler ararken başarılı eğitim ve siyasi geçmişiyle meydanları dolduranlara umut veren bir Fizikçinin, Kimyamızı bozmasının da büyük rolü olduğunu hatırlamayayım mı?
Derken kıyaslayarak, beğenerek, alkışlayarak, gülerek, gülümseyerek, hak vererek, davetle ve zorla değil koşa koşa giderek, kavga, dövüş, gerilim istemediğimiz için, parmak sallanmasından bıktığımız için, yukarıdan bakan ve durmadan bağıran anlayışa dur demek için meydanlara aktığımızı anımsayıp bu kez de Muharrem İnce’yi alkışlamayayım mı?
Fizikten başlayıp kimyaya giden, Beşiktaş’tan başlayıp Fenerbahçe’ye dönen, spordan girip siyasete uzanan yazımı bitirirken, uzun süredir her alanda aranan ve istenen şeyin bu sükûnet ortamı olduğuna dair kendi kendimi inandırmayayım mı?
Meydanlarda yalanlar, yanlışlar, korkular cirit atarken adanmış partililer ve aldanmış kitleler bu kez ne yapacak diye kendimce makul ve makbul sorular sormayayım mı?
Yetinmeyip yıllardır memleket sathında esip gürleyen, ayar vermekten çekinmeyen, her daim parmak sallayan, bağırıp çağıran, yerli yabancı ayırmadan “Eyyyyy!” deyip sesini yükselten, özetle bağır bağır yıldırımlar saçanlara karşı; neşeli, yürekli, esprili, bilgili, güven veren, ezberleri, dengeleri, kimyayı bozan ince ve duyarlı bir fizikçiyi ne kadar özlemişiz demeyeyim mi?
Sonunda da; gerek sporda, gerek siyasette fiziğin ve sağduyunun başarısı kimyayı hem bozdu, hem yendi, darısı siyasetin başına deyip içimden ve yüksek sesle dualar mırıldanmayayım mı? Hızımı alamayıp bu kez de kendimi bu yazı için ellerim kızarıncaya kadar alkışlamayayım mı?