Siyasi erkin önemsediği ve öncelediği kaynak havuzuna bakınca şunu görürüz; Aklında olanlar var, gönlünde yatan aslanlar var, söz verdikleri yapılanmalar ve ittifaklar var, imza atarak, kararname karalayarak atadıkları var, bir de hiç umursamadıkları var…
Atamaları yaparken, ya da görevden alırken veya 5 yıldan 5 saate kadar görevde tutarken iltifat ettikleri var, itimat ettikleri var, imtihan ettikleri var…
Bekleme odasında tutulanlar var, her daim yakın çevrede yer verilenler var, bir gece yarısı kararnamesiyle gözden çıkarılanlar var, siyasi hayatı bir sözle noktalanıp, ağlaya ağlaya gidenler var…
TBMM’yi devre dışı bırakarak, bakanları kâğıt üzerinde var göstererek, yeni sıfatlar ve statülerle yepyeni bir sisteme geçiş yaparak, örneği görülmemiş bir hızla bazı planları onaylayarak bu işin yolu yordamı budur dedirtmek var…
Şimdi diyebilirsiniz ki tüm bu sıralananlar yaşanırken, tartışılan, tartışılması gereken, tartışılması tartışmasız olan köklü değişiklikler hayata geçirilirken kar zarar hesabı yapılarak ülkemize ne sağladığı görülmüyor mu? Ya da bunca yazıp çizmeler, konuşup anlatmalar, öneri sunmalar önemsenmeyerek, yok sayılarak, görmezden gelinerek “ben yaptım oldu yöntemi” yürürlükte mi? Görünen köy! Nokta…
Günün politik gerçeğine ve kafa yorulması gereken soru ve konulara geçersek; Konuların pek çok boyutu var. Yönetime göre geçmiş var ama gelecek yok! O halde soru şu: Pandemide 120 bin ailenin elektriğinin, 57 bin abonenin doğalgazının kesilmesi karşısında ekonomide destan yazanların suskunluğuna ve ilgisizliğine ne demeli? Ya da her zaman olduğu gibi sorumluluğu başkalarına atarak, en iyi savunma saldırıdır sözünü ezber ederek bu da unutulur, geçer mi demeli?
Dünyayı kasıp kavuran, insanları soluksuz bırakıp sağlığıyla oynayan virüsün ne yapmak istediği ve başarısı ortada! Peki, şanlı tarih vurgusuyla, zenginlik ve gösteriş merakıyla değerleri yerle bir ederek, insanlığın geleceğiyle oynayan yönetimlere ne demeli?
Şiddet mağduru kadın ve çocukları korumasının dışında ismi İstanbul’la özdeşleşen, böylece bir marka değeri olan İstanbul Sözleşmesi’nden yerli, milli, manevi değerlere ters diye ayağı yere basan(!) siyasal ve yasal kılıflar bularak (!) imzalarını çekenleri, eskimiş bir koro eşliğinde toplumun sosyal dokusunu bozanları kadınların unutmayacağı, tarihin de yazacağı bilinmiyor mu?
Biz Ay’a gidip gelme hayalleri kurarken! İtibardan tasarruf etmeyen yöneticiler makam odalarını sık sık en pahalı şekilde döşerken, araçlarını yenilerken, maaşlarını ve huzur haklarını artırırken! Şoför, büro elamanı ve park bahçelerde görevlendirmek üzere Adana Büyükşehir Belediyesi’nin verdiği 200 kişilik ilana yapılan 52 bin başvurudan 45 bininin üniversite mezun olması önemsenmiyor mu?
“Doğanın insana sayısız armağanları vardır. İnsanoğlunun doğaya sayısız zulmü!” sözünü açmaya çalışırsak; Yeşili yok ederek, tarım arazilerini betona boğarak, sahil şeridine bina kondurarak, hele de 200 bin ağaç kaybına, 33 milyon metreküp su kaybına, 13 milyon metrekare mera alanının yok olmasına neden olacak Kanal İstanbul inadı doğaya ve insana zulüm değil midir? Ya da sözleşmeden kanala İstanbul’la alıp veremedikleri nedir?
CB; “AKP’nin zayıflaması demek, Allah göstermesin Türkiye’nin savunmasının zayıflaması demektir. CB Hükümet Sistemi, çocuklarımıza bırakacağımız en önemli mirastır!” şeklinde konuşurken! Yönetim katında; kibir, israf, sert ve kutuplaştırıcı dil, bağırıp çağırma, parmak sallama, sürecin dinamikleri olarak öne çıkarken! Ekonomik kriz ve işsizlik sürecin en zorlayan sorunları olarak başı çekerken! Tarım ülkesi olan Türkiye’de halk soğan ve patates kuyruklarında boş filesine ve boş cüzdanına bakıp dalıp giderken! Bi türlü yeterli görülmeyen zamlara fiyat ayarlaması ya da güncelleme denilirken! Olup bitenden olumsuz etkilenenlerden 1 gram dahi özür dilenmeden, “değişim, onarım, rötuş, revizyon, güncelleme!” diye açıklama yapılırken! Gel de konuyu bağlamaya çalış!
Alakasız bir not! Ders verdiğim okulda yurtdışında siyaset bilimi okumuş bir öğrencim var. “Derslerde ilk öğrendiğiniz şey nedir?” diye sorduğumda şunları söyledi; “Bize hocalarımız ilk derslerden itibaren sık sık şunları anlatır; “Lider bilimsel olmalı, etik davranmalı, hedeflerinin ayağı yere basmalı, yaratıcı olmalı, sorun yaratan değil, sorun çözen olmalı. Kendini her konuda borçlu ve sorumlu hissetmeli. Konuşulanları dinlemeli. Toplumda negatif algı yaratmamalı, sık sık tartışmalara girmemeli. Siyaset, altını çize çize her gün “Ben!” demeyi kaldırmaz. Hele de “yine biz yaparız, biz yaptık, bu iş bizden sorulur!” şeklindeki böbürlenmeleri hiç kaldırmaz. Çünkü siyaset bir centilmenlik işidir Önemli olan iz bırakmaktır, rol model olarak tarihe ve arşivlere geçmektir. Ülkenin yararını, yaşam biçimini, geleceğini garantiye almaktır. Çünkü bedenler ve gençlik gibi makamlar da zamana direnemez. Demokrasilerde seçime üç duygu ile gidilir. Korku, öfke, umut!”
Anlattıklarını kâğıda bakmadan bir nefeste sıralayan Berk’i tüm sınıf soluksuz dinledik. Konuşması bitince ona ve sınıfa dedim ki; “Büyük Atatürk’ün yoktan var ettiği geçmişimizle övünmeyi, o geçmişten beslenmeyi, o liderden ilham almayı ve yapılanlardan ders çıkarmayı bilseydik, biz de okullarımızda bunları okuturduk. Unutmayın cehaletin en güzel tarafı her şeyi bilmektir.”
Başka söze bilmem gerek var mı dercesine sınıf birbirine, ben yere baktım! Ders bitmişti…