Yaşam kadınla başlar. Ne var ki kadın yaşama karışma konusunda bu başlangıç anının ötesine bir türlü geçemez. Doğum yaptığı odanın, evin dışındaki hayat ona kucak açmaz. Sokaktan akıp giden yaşam ile kadın arasında üzerine kapalı bir kapı vardır. Dışa doğru açılan, dışarıdan açılan, anahtarı yüzyıllar boyu toplumun erkek elinde olan bir kapı...
Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından İranlı kadınlar bu kapıyı zorluyorlar. Saçının bir teline zarar gelmesi istenmeyen binlerce kadın saçlarını kesip, kafalarını kazıyarak molla rejimine kafa tutuyorlar. Yalnız bu sefer bir farklılık var. Geçmişteki eylemlere kıyasla bu defa erkeklerin de bu mücadeleye destek verdiği görülüyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bir toplumun erkeklerindeki uyuşukluğun kalkmaya başladığını görmek, kadının isyanını görmekten daha umut verici geliyor bana. Kadın, doğası gereği tutkulu ve gözü kara olandır. Destan kültürü, diğer her şeyde olduğu gibi erkekleri yücelttiğinden tüm kahramanlıklar erkeklere atfedilse de bir erkeğin kılını kıpırdatamadığı pek çok konuda, kadın yaşamını alt üst etmeye hazırdır. Ben artık baskı altındaki kadınların neler yaptığından çok, aynı yaşamı paylaşan erkeklerin neler yapmadıklarının konuşulmasını istiyorum. Zira sessiz kalan her erkek, elini kadının üzerine kapanan kapıya dayayarak, kapalılık haline güç veriyor demektir.
Entelektüel olarak ne kadar gelişkin olursa olsun, bunu eyleme dönüştüremeyen bir erkek ilgisiz veya pasif değil alenen iktidarsızdır. Erkek dünyasında cinsel performanstan, siyasi alana kadar farklı anlamları karşılayan iktidar meselesinde erkek, kimi zaman deyim yerindeyse saksı gibi durarak iktidarını sağladığını düşünür. Zira onun ‘varlığı yeterlidir, yağmasa da gürler’ falan... Bu sinik, bu sürekli yalpalayan iktidarda kendini yüzde yüz muktedir sanmanın temelinde babadan geçen, bir Y kromozomu ile garanti altına alınmış, çoğu erkek annesi tarafından güçlendirilen bir güven var. Ama hayır. O işler öyle değil. Dahası biz kadınlar artık bu mızmız meymenetsizlikten çok sıkıldık. Artık eylem zamanı. Zira kadın hareketi tümüyle politik bir iktidar alanı.
Toplum, cinsiyet kimliklerine atfedilen görev ve sorumluluk paylaşımı ile annelerine benzeyen kadınlar, babalarına benzeyen erkekler oluşturma işini yüzyıllardır başarıyla uygulamakta. Evliyken kocası, bekarken babasının otoritesi altında yaşayan kadın yaşamının tümünü kaplayan bu zaman boyunca bağımsız değildir. Kadınları kuşatan çevre, kısıtlayan din ve dışlayan devlet mekanizması birer otorite figürü olarak karşısına çıkar. Bunun sonucunda kadınlar, zaman içinde ekonomik bakımdan sömürülür, evde köleliğe mahkûm edilir, anneliğe zorlanır, cinsel olarak nesneleştirilir, fiziksel açıdan taciz edilir, aşağılayıcı eğlencelerde kullanılır, susturulmak istenir. Kadının kendi bedenini tanıyıp keşfetmesine izin verilmez. Çağlar boyunca kadınlar kendi kadınlıklarından da sürgün edilirler. Yeri geldiğinde kadın toplumun temelidir ancak sürekli olarak toplum hayatından uzaklaştırılır. Kendileriyle aynı durumdaki erkelerin tersine kadınlar sistematik olarak fiziksel güvensizlik içinde bırakılıp cinsel aşağılama ve şiddetin hedefi olurlar. Kişilikleri çiğnenir, yaptıkları görülmez, saygı, güvenilirlik ve çareden mahrum bırakılırlar. Sorunlarını dile getirmeleri ve çıkarlarını temsil etmeleri engellenir. ‘Ama sen de öyle yapmasaydınlar, sen de öyle giyinmeseydinler başlar. Başlarına gelen her haksızlığın, her tacizin nedeninin kendilerinin topluma göre yanlış olan bir şeyi yapmakla ilintilendirileceğini kadınlar bilir. Erkeklere ise, sadece erkek oldukları için bunların hiçbiri yaşamazlar[1]. Erkekler böylesi zorlu bir savaşı yaşamlarının hiçbir döneminde vermez. Erkeğin hiç maruz kalmadığı, kadının ise bir türlü içinden çıkamadığı bu durum kadını sadece toplumsal yaşamda evin içine kapamakla kalmaz, varlığının yok sayılmasına neden olur. Erkek iktidarının sinsi eli bu durumu eğitim sistemi üzerinden de şekillendirerek, toplumun makbul kadın algısını belirler. Belirtmeme gerek yok, tahmin ettiniz ama gene de yazalım. Ülkemizde eğitim kitapları üzerinden bu belirleme kadının toplumdaki durumunu kötüden, betere çevirecek şekilde düzenlenmiştir.
Firdevs Gümüşoğlu’nun, 1928 - 1998 yılları arasını kapsayan Cumhuriyet Döneminin Ders Kitaplarında Cinsiyet Rolleri[2] adlı çalışması devlet tarafından oluşturulan makbul kadın algısının nasıl dönüştürüldüğünün anlaşılması bakımından önemlidir. Gümüşoğlu, kız ve erkek çocukların ilköğretim ders kitaplarında ele alınışları üzerinden kadın ve erkeğe ‘uygun’ görülen toplumsal rolleri dönemin politik iktidarı ile ilişkilendirerek tartışır.
Buna göre, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ders kitaplarında batıl inançlara ve dini telkinlere karşı gözle görülür bir mücadele olduğu, kadınlara özgür birer yurttaş olma bilinci verildiği, kamusal alanda daha çok yer almaları konusunda yüreklendirildikleri görülür. Ancak 1945 sonrası ders kitaplarındaki -dolayısıyla günlük yaşantıda da- kadının konumu değişmeye başlar. Ders kitaplarında kamusal alan yerine ev içinde resmedilen kadın, evi ve ailesine bakmakla yükümlüdür. 1950 sonrasında bu ayrım iyice sertleşmeye başlar. Cumhuriyet döneminin başlarında evde ayakkabısı, etek, kazak gibi günlük kıyafetleri olan saçları düzgünce taranmış kadınlarının yerini, başında bir tülbentle kızlarına yemek yapmayı, çamaşır asmayı öğreten anneler alır. Tıpkı yaşamda olduğu gibi okul kitaplarında kız çocukları ile anne, mutlu mesut ev işleri yapmayı öğrenirken erkek çocuk arka planda babası ile birlikte oturup televizyon seyreder. Gümüşoğlu bu çalışmasıyla toplumumuzda kadının 1950’den 1998’e kadar olan ders kitaplarında anne rolü ile karşımıza çıktığının altını çizerek, sürekli ev işi ve temizlik yapan, çamaşır, bulaşık yıkayıp çocuk ve hasta bakan biri olarak gösterildiğini ortaya koyar. Buna karşılık erkeklerin “her türlü işin yapılmasına karar veren kişiler” olarak ders kitaplarında yer aldıkları görülür. Erkeğin atalet dolu iktidarı işte böyle bir şeydir. Saltanat gibi, babadan oğla devredilir. Saltanat gibi sorunludur. Asla kadının hayrına işlemez.
Bitirirken, ‘Bir insan kilitli olmayan ama içeriye doğru açılan kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, o odada hapistir’ diyen Wittgenstein’ı anmak istiyorum. Erkekler o hayran oldukları iktidarlarına aynen bu şekilde hapistirler. Oradan çıkmak iktidarlarını sarsacağından, bir kadının yanında durarak onun isyanına destek verme konusunda uyuşuk davranırlar. Uzaktan aferinler, içi boş takdirlerle durumu geçiştirirler.
Bayanlar baylar, bu böyle devam etmeyecek. Edemez. Kadınlar yüzyıllardır üzerlerine kapanan kapıları şu son asırda birer birer açıyorlar. Unutmayalım. Kadın yaşamdır. Kadın isyandır. Kadın özgürlüktür. Erkekler yanımızda olsun olmasın bu kapıları ardına kadar açacağız.
[1]Catharine MacKinnon, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, Metis Yayınları, İstanbul 2003, s. 183 Aktaran kaynak; Serpil Çakır, Feminizm - Ataerkil İktidarın Eleştirisi, H. Birsen Örs (derleyen), 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008 s. 416
[2] Bkz: Firdevs Gümüşoğlu, Cumhuriyet Döneminin Ders Kitaplarında Cinsiyet Rolleri (1928-1998), 75. Yılda Kadınlar ve Erkekler, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, ss.101-128