Bir zamanlar mahşerin 4 atlısı vardı. Şimdi teknolojinin 5 süvarisi (!) var. Telefonlarımıza, evlerimize, hayatlarımıza, hafızalarımıza girerek, herkesi tutsak alan Google/ Amazon/ Facebook/ Apple/ Microsoft ekibine “muhteşem beşli!” diyorlar…
Şimdi konuyu bağlamak adına eskiden beri var olan günümüzde biraz koşulların biraz da bu dörtlüye bağımlılığın neden olduğu ve giderek dozunu artıran “kaygı, öfke tahammülsüzlük” üçlüsüne gelelim! Onlara da dayatılan üçlü mü desek?
Bazılarına göre olup biten karşısında kaygı duymak yaşın doğal sonucu, bazılarına göre yaşayamadıklarımızın dışa vurumu, bazılarına göre dayatılanlara tepki, koşullara isyan da olsa hepsi demek daha doğru olur sanki!
Yine sahip olduğumuz şeylerin değerini bilmeme, sahip olamadığımız her şeye yersiz bir değer yükleme huyumuzdan vazgeçebilsek, belki bazı şeyleri değiştirebiliriz ama o da bu koşullarda ve bu saatten sonra zor artık…
Gelelim genetik hafızaya kendini emanet eden, şartlara göre mevzi belirleyen politik figürlerden örneklerle konuyu ete kemiğe büründürmeye!
Virüs başlayınca bizi evlerimize hapseden (hayat eve sığar) HES uygulamasıyla evler HES’e, yani hidro elektrik santrallerine döndü mü? Döndü! Sıkıntıdan patlamaya hazır hale gelip, tepkisel davranışlarımız CB’nin deyimiyle yukarıya doğru pik yaptı mı? Yaptı…
Kabiliyet, kapasite, deneyim varken koşullar gereği kepenklerin inik olması, umutların azalışı, borçların artması, intiharların çoğalması karşısında karar mekanizmalarından samimi ve sahici olmalarını boşuna bekleyip durduk mu? Uzun süredir…
Oysa bu kavramların ete kemiğe bürünmesi ve yansıtılması yönetim erbabının olmazsa olmazı mıdır? Kesinlikle…
Koşulların ve dayatmaların anılarımızı bile silikleştirdiğini kabul ediyor muyuz? Hem de nasıl! Oyun izlemek, konsere gitmek, sergi dolaşmak, yemeğe çıkmak, kafede buluşmak, caddeye inip iki vitrin bakmak gibi son derece doğal olan şeylere “şimdi nasıl güzel günlerdi!” diyerek derin ahlar çekiyor muyuz? Çekenler bilir…
Niye derseniz? Oyun izlerken duygulanırdık, çaktırmadan gülerdik, sessizce ağlardık, ayağa fırlar alkışlardık. Hepsi ve daha fazlası gözümüzde tütüyor mu? Doğruya doğru. Evet, ekranlarda bazı şeyleri izliyoruz. “Ama bana baktı, göz göze geldik” vb diyemiyoruz. Lanet olası virüs rejimi ele geçirip, toplumu çöle çevirip, bizleri eve kapatıp yalnızlığa ittiğinden beri en doğal istekler bile hayal oldu. Oysa genelde sanat, özelde tiyatro hayallerin gerçeğe dönüştüğü, bir bakıma hayata meydan okunduğu, olaylara çelme atıldığı yerlerken artık o da yok, sanal ortamda da o tat yok…
Sanatsal parantezden sonra gerçeğe dönersek! Bunca sorun arasında başı çeken kadın cinayetlerini yazmaya bir süre ara verelim dememize rağmen, hız kesmediği için bu karar gözümüze anlamsız görünüyor. Yönetimden pek çok konuda ses seda çıkmayınca acaba radikal önlemler mi alınıyor diye düşünüp uygulamaları görünce ara verme düşüncesi anlamsız ve saçma geliyor.
Tabii ki bazı konularda sınıflama, sıralama, sınıflandırma olur, olmalıdır, normaldir. Ancak ülkenin büyük bölümünü ilgilendiren konular niye reddedilir ki? Ulusal ve toplumsal öfke niye göz ardı edilir ki? Seçimi hangi dinamiklerin belirleyeceği niye görmezden gelinir ki? İnsanın kadın olsun erkek olsun, yönetici olsun, yetkili olsun her şeyi tek başına halletmeye çalışmasının çok ağır bir yük ve taşınması zor bir sorumluluk olduğu neden kabul edilmez ki? Bunu anlamak zor…
Keşke karar mekanizmalarında oturanlar; Denetleyen, kucaklayan, eğiten, geliştiren, yandaşı koruyup kollamayan, bilgisini paylaşan, bilmediğini bilen, insanlığı önemseyen, dostluğunu, sıcaklığını hissettirenlerden oluşsaydı! İnsanoğlu ne rahat ederdi…
Keşke siyasi iradeyi temsil edenler; Günde 273 esnafın kepenk kapattığını, daha doğrusu battığını bilse! Esnafın, çalışanın, emeklinin, ev geçindirenin can çekiştiğini görebilse! Haftada 65 yurttaşın intihar ettiğini, ayda 65 bin abonenin doğalgazının borç yüzünden kesildiğini duysa! Satılan hastanelerin, kullanılmayan hava limanlarının, plastik dinozorlu ankaparkların, bomboş olan kayak pistlerinin nelere mal olduğunu kabul etse! Ne iyi olurdu…
O zaman! Ay’a gitmek! Uzay’ı fethetmek! Meteor’a selam çakmak! Arzın merkezine (hatta bayan da olabilir!) seyahat etmek daha cazip olmaz mıydı?