Bugünlerde zirvelerin zirvesinde yaşanan aktif dış politika, ülkelerin ve liderlerin güç gösterileri, büyük lider, büyük ülke, büyük güç, büyük siyaset yarışı içindeyiz. Kim ne dedi, kim kime baktı, kim kiminle konuştu, konuşurken nereye baktı, ne demeki istedi derken liste uzayıp gidiyor...
İç cephede büyük ve abartılı anlamlar yüklenen, çok şey beklenen Nato Zirvesinde yapılan brüt 45, net 22 dakikalık Türkiye- ABD buluşması için CB; “yapıcı ve samimiydi!” derken, JB; “Pozitif ve verimliydi” şeklinde açıklama yaptı.
Toplantıyı merakla izleyen kamuoyuna da, zirveye katılan liderlerin hal ve gidişine, yorgun, yıpranmış, siyasi figürlerin açıklamalarına, güç zehirlenmesi yaşayanların çıkışlarına bakarak durup düşünmek kaldı…
Yine sahici ve samimi olan, geniş manevra sahasını bir virtüöz titizliğiyle kullanan, ülkelerinin kota ve kompartmanlarını kılı kırk yararak sahaya süren liderlerin giderek azaldığı görülünce derin ahlar çekildi…
Dünyadan sonra ülkemize dönersek! Rusya turistini aylar sonra gönderiyormuş! İngiltere düşünüyormuş. Bir başka ülke sattığımız malları iade ediyormuş, bir diğeri parmak sallamaya çalışıyormuş. Ne gam!
Satın aldığımız S-400 hava savunma sistemleri için Rusya’nın Ankara Büyükelçisi A. Yerhov; “Türkiye’nin bizden satın almak istediği ürünü biz sattık. Sizden parayı aldık. Araç sizin. İster plaja gidin, ister patates taşıyın” diyormuş. Sn. Büyükelçi merak buyurmasın. Yanlış tarım politikaları nedeniyle her yıl Kıbrıs kadar bir toprağı kaybettiğimizden patates üretiminde de sorun yaşıyoruz, olsa taşıyacağız ama onu da tarlada çürütüyoruz…
Kısaca “Yurtta barış, dünyada barış!” politikasından asla vazgeçmeseydik, cumhuriyet dönemininin üreten Türkiye’sinden, şaha kalkarken ciddi oranda tüketen Türkiye’ye evrilmeseydik tüm bunları yazıp konuşmuyor olurduk.
Karar mekanizmalarına, yetkili makam ve koltuklara eş dost akraba yandaş, damat, enişte, kayınbirader yerine liyakatli, ehliyetli, donanımlı, eğitimli, deneyimli kişileri atasaydık tüm bunları yazıp konuşmuyor olacaktık.
Oysa biz ne yaptık? Sözü nereye getireceğim belli! Kendilerine lafı hiç dolandırmadan hatırlatalım. Ömrü boyunca hiç keman çalmamış kişileri başkemancı olarak konserlere çıkardık! Taşı toprağı sevmenin, yeşili korumanın, börtü böceğe sahip çıkmanın, denizlere gözümüz gibi bakmanın aynı zamanda vatanı sevmek olduğunu unutup doğanın dengesiyle oynayarak geleceğimizi çaldık…
Tabii ki ülkemizin uğraştığı pek çok sorun var, zaman kaybettiğimiz pek çok konu var. Ama biz sebepten çok sonuçları konuşmayı seçtiğimizden çözümde zorlanmaya başladık. Dolayısıyla; Tecrübe, sezgi, tahmin gibi kavramları önemsemediğimizden, yapılan yanlışların faturasını durmadan başkalarına kestik. Başkalarının nam ve hesabına adım atmayı yeğlediğimizden sütten çıkan ak kaşık rolünü oynasak bile sık sık yanılgıya düştük...
Bundan sonra ne yapmalı? Sorusunu sorularla açarsak! Vicdani ve insani duyarlılık yeterli olabilir mi diyerek! Bunca işin altından nasıl kalkılır, aynı şeyleri bıkıp usanmadan yineleyenlerle nereye varılır diye sorarak? Dağlara, ovalara, havaya, suya börtü böceğe âşık yüreklerin erken susması nasıl açıklanır diye ilave ederek? Ekonomi, işsizlik, açlık, yoksulluk, kadın cinayetleri, intiharlar, ardı arkası kesilmeyen zamlar, belli aralıklarla bulunan doğalgaz rezervleri, her haneye düşen icra dosyaları gibi say sayabildiğin kadar deyip sıralayarak;
Olup bitene kayıtsız kalmamak. Hayır demeyi öğrenmek! İnsan sadece yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumludur sözünü ezber etmek! İşin özü zaten orada!
Üzgünüm! Keman çalan, çaycılık yapan, gözlerinin içiyle gülen Deniz Poyraz hayatının baharında katledildi. Şiddeti beslemenin, silahı hoş görmenin, kaba kuvveti görmezden gelmenin sonucu olmasın bu cinayet? Işıklar içinde yat Deniz! Olan sana ve hayallerine oldu...