Tatil için ya da haftasonu gezmesi için gidilen yerlerde yaşamak güzeldir. Ben Beylerbeyi, Çengelköy, Kıbrıs, Fethiye, Bodrum ve Büyükada’da yaşadım.
Buralarda yaşamak güzeldir. Çünkü küçük bir zamanda büyük bir nüfusu ağırlamak üzere örgütlenmiştir buralar. O büyük nüfus da genellikle yoktur. Çekirge sürüsü gibi gelirler, çekirge sürüsü gibi giderler. Çengelköy pazar günleri, Bodrum temmuz-ağustosları kabustur ama geri kalanında tadından yenmez.
Hem tatil/mesire yerleri istek nesneleridir. “Ulaşmak için gün sayılan yerler”dir. Oralarda yaşamak havalıdır. Dışarıdan gelenlerden şikayet etmek de biraz gıcıktır ama adettendir.
Peki nedir tatil? Nasıl yapılmalıdır? Nerede yapılmalıdır?
Nişanyan’a göre “Arapça ˁṭl kökünden gelen taˁṭīl تعطيل “atıl etme, başıboş bırakma, ihmal etme, salma” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça ˁaṭala عطل “hareketsiz veya başıboş idi” fiilinin tafˁīl vezninde II. masdarıdır.”
Hareketsiz, başıboş, salma, atıl, atalet. Laflara bakın… Söylemesi bile güzel.
Ama yapması öyle olmayabiliyor. Çünkü tembellik, atalet tatil formuna girince başka bir şey haline geliyor. Pek çok zaman sadece para öğütmeye yarıyor. Başı sonu nereye ne yapılacağı belli tembellik mi olur?
Mesela temmuzda ağustosta pek çok yeri pis kokan Bodrum’a gelip trafiğe ve kalabalığa takılıp, güneşin en en kanserojen ve rahatsız edici zamanlarında vıcık vıcık sahilleri doldurup, üzerinde güneş yağları yüzen bulanık denize girmek için bir servet ödemenin, bunu özlemle beklemenin akıllıca olduğuna kimse beni inandıramaz.
Aynısını pazar günü Çengelköy yahut Büyükada’ya uyarlayabilirsiniz.
Ben ki yolu Kemer’e kazara düşünce koşarak uzaklaşmış bir birey olarak onun kötü versiyonu olan Şarm-ül Şeyh’e gitmiştim bir keresinde. İçimdeki pinti aktive olmuştu. Kızıldeniz’e düzenlediğim turdan ucuz uçak/otel almıştım kendime. Otel beş yıldızlıydı. Her şey dahildi. Benim için bir ilk. Plan şuydu: Annem ve sevgilimle bir hafta her şey dahil otelimizde yiyip içecek, şehirde yürüyüşler yapacak, şezlongda kitap okuyacak, şehir turlarına katılacak, çölde safari macerasını tadacaktık. Belki güneş için olan o sıvılardan bile sürerdik. Her şey ayağımıza gelecekti. O istek nesnesi tatillerden birisini yapacaktık.
Olmadı.
Şehirde sarkıntılık mertebesinde mal satmaya çalışan yılışık satıcılar, çalışanlar, her şey plastik, her şey sıkıcı her şey turist düdüklemeye dönük yapılmış. Saçma sapan. Akıldışı. Kızıldeniz mükemmel ama denize gir çık şnorkel filan bir yere kadar. Alışmadık saçta tarak durmazmış. İkinci gün sıkıntıdan çatladık. Yapacak bir şey bulamadık.
Dedik bari civara bakalım başka ne var? O zamanlar Lonely Planet vardı. Girdik thorntree’yi kurcaladık bir Dahab bulduk. Sırt çantalıların takıldığı kasaba. 1 saat mesafede ama olsun. Gittik araç kiraladık. Her sabah üşenmedik Dahab’a gittik, takıldık, her akşam otelimize döndük.
Peki neden böyle? İnsanlar deli mi? Bir biz mi akıllıyız?
Değil tabii ki. Hepimizin hayatı, hayatlarımızın bir bölümü saçma sapan şeylerle geçiyor. Üstelik maalesef bunu pek çoğumuz iş işten geçtikten sonra anlıyor.
Buradaki problem tatilde değil. Buradaki problem işte. Tatil diye bir şeyin olmasının tek bir sebebi var: İş diye bir şeyin olması.
İş hep vardı tabii. Tanımı hala var: “Bir sonuç elde etmek, herhangi bir şey ortaya koymak için güç harcayarak yapılan etkinlik, çalışma.”
Yani nedir? Bir sonuç elde etmek gerekir. Ortaya bir şey koymak. İşe yaramak. Peki durum bu mu?
Bugünkü anlamıyla iş bulunmuş bir şeydir. Modern hayat zamanı kıymetlendirmiş, bölmüş parçalamış abuk subuk şeylere paylaştırmıştır. Şurası mesai, burada tatil yap, orada eğitim, öbüründe bayi toplantısı.
Bu yüzden bugün yapılan işlerin çoğu gerçek değildir. Ortaya bir şey koymaz. Aslında bir işe yaramaz. Bir işe yarıyormuş gibi yapar. Çoğu iş sadece bitirmek için bile yapılmaz.
İnsanların işle ilişkisi akıldışı. Sorun çevrenize ne için çalıştıklarını. Pek az insan gerçek cevaplar verebilir. Genellikle şöyle şeyler söylenir: Ev almak, itibar kazanmak, müdür olmak, araba almak, yılda bir kere yurt dışına çıkmak, ünlü olmak…
Hiçbirinin işle ilgili şeyler olmadığının farkındasınız değil mi?
Biraz da bu yüzden tatil fiktif bir şeydir. Kurmacadır. Aslında tatil diye bir şey yoktur. İşiniz beni yapma dediğinde kalan zamana sizin taktığınız bir isim ve yine sizin yüklediğiniz abartılı bir anlamdır tatil.
Ben hayatım boyunca benim hayatımda hepsinin içiçe olmasıyla hava attım. Editörüm Faruk, yayın yönetmenim Hilmi aynı zamanda arkadaşlarım. Eşimle bir çok işi beraber yapıyoruz. Bugüne kadarki ortaklarım, çalışma arkadaşlarım neredeyse hepsi bir yandan da iyi arkadaşlarımdı. O yüzden biraz da işlerimi hep küçük tutmaya özen gösterdim.
Aşk, iş, arkadaşlık, tatil, akrabalık, siyaset, aile her şeyini birbirine sokmuş birisinin hiç tatil yapmadığı söylenebilir. Aynı sebeple hep tatil yaptığı da söylenebilir. Doğrusu budur. (Ben tam olarak o birisi sayılmam maalesef. Yakın birisi sayılabilirim ama sanırım.)
1996’da Ankara’dan İstanbul’a taşındığımda ilk defa sabah 9 akşam 6 işim olmuştu. Tez zamanda onu da karman çorman hale getirdim ayrı mesele. Ama başlarda çok yadırgamıştım. Öğleden sonra uykum geliyor ama ofisteyim. O gün bambaşka bir şey yapsam daha iyi olacak ama bütün gün toplantı var. Arabada bir yarım saat uyumayı akıl edene, toplantı sallama yöntemleri geliştirene kadar filan acı çektim. En kötüsü kkşam tam çalışmaya ısınıyorum, ritmimi buluyorum insanlar çıkmaya başlıyor filan… Hafta boyu tam çalışmaya alışıyorum hop haftasonu. Tam zevk-ü sefa yapmaya alışıyorum hop pazartesi. Manyak manyak işler.
Ellerimi koyacak yer bulamıyordum. Her şey çok saçmaydı. Ben de acil çözüm olarak gece gündüz çalışmaya başladım. İstanbul’a alışır alışmaz da tekrar iş, aşk, ev, mesai, tatil hepsini birbirine karıştırdım ve ferahladım.
Okul dizaynı da akılla açıklanamaz. Saçma sapan uzunlukta ve dolulukta bir okul döneminden sonra saçma sapan uzunlukta ve boşlukta bir tatil geliyor. Ne bu?
İnsanın işle yahut okulla böyle uzun ve akıldışı bir ilişkisi olunca tatili özlemle bekler tabii. Ama daha fenası tatili özlemle beklemekle kalmaz. Tatilden çok şey bekler. O tatilde çok eğlenmeli, aşk yaşamalı, macera yaşamalı, çok şey görmeli, fotoğraflar çekmeli, her nasılsa bu sırada bir de dinlenmeli, Instagram’ını rengarenk yapmalıdır.
Çok şey beklemek genellikle hayal kırıklığına çabuk kapılmaya da yol açar. Hayır. Tatilci bir çeşit narkotik etki altındadır: “Hiç bir şey onun keyfini kaçıramaz”. Sürekli gergin olabilir, ota çöpe tartışma çıkarabilir. Ama hayır “hiç bir şey onun keyfini kaçıramaz”.
Önüne çıkan herkesle didişir trafikte köpük saçar telefonu çalar: “Ayol cennet buralar”. Manzaraya ayağını koyar Insta’ya story eder: “Ayol cennet buralar.”
Tatil için çalışılmaz. Emekli olmak için hiç çalışılmaz. İş yapmak için çalışılır. Bir çok araştırmaya göre Türkiye’de insanların çoğu emekli olmak için çalışıyor. Ne kadar saçma değil mi? Emekli olmak diye hedef mi olur? Oluyor.
Bu örneği çok verdim ama her aklıma geldiğinde ilk defa aklıma gelmiş gibi şaşırıyorum: Daha acayibi ne biliyor musunuz? Bu insanların neredeyse hiçbirinin bir emeklilik planı yok.
Düşünsenize insanların ciddi bir bölümü onyıllarca emekli olmak için çalışıyorlar. Ve emekli olunca ne yapacaklarına dair hiçbir fikirleri yok.
Bunu ben demiyorum. Araştırmalar diyor. Mesela Yaşama Dair Vakıf’ın Yaşlanma Tahayyülleri ve Pratikleri Araştırması raporunu okuyun.
Ne kadar akıldışı değil mi? Sen müdür olma hayalleriyle işe gir. OI ya da olma, zamanla hayallerin emekli olmaya doğru dönsün. Sonra emekli olunca kabak gibi ortada kal. Aklına yapacak bir şey gelmesin. Sıkıcı, giderek gün sayan birisi haline gel. Sürekli eski hikayelerini anlatmak ve arada bir bulmaca çözmek dışında pek bir şey yapma.
Çalışmakla bu şekilde bir ilişkisi olan birisinin tatilinin yaratıcı olası beklenemez doğal olarak.
Peki ne yapalım?
Öncelikle şunun adını koyalım. Ayakkabısında delik olan birilerinin çalışmasıyla başkalarının çalışması arasında derin bir fark var. Ayakkabısında delik olan ve çalışan birisine karşı dikilip de “iş budur tatil şudur” diye konuşmak hakaretlerin en büyüğüdür. O bambaşka ve çok daha derin bir konu.
Evet. Ayakkabısında delik olmayan pek çok insan bu derinliği görmez ve “muhtaç olduğu için çalıştığını” zanneder. “Belki ayakkabımda delik yok ama” der ve anlattıkça anlatır. Nasıl da çalışmak zorundadır. Haklıdır. Lakin bu haklılık onun çalışmakla işle ilişkisini gözden geçirmesine engel olmasa iyi olur. Hatta insanlar genellikle işle kurdukları çılgınca bağımlılık ilişkisi yüzünden çalışmaya muhtaç olurlar. (En komiği insanların çoğu kazandığı paranın çoğunu sadece çalıştığı için harcar. Çalışmasa giymeyeceği şeyler aldığı, gitmeyeceği yerleri ödediği için.)
Neyse. Dağılmayalım. Hepimiz şu yahut bu şekilde saçma sapan işler yapmak zorunda kalıyoruz. Hayatımızı en fazla koşullarımızın izin verdiği kadar güzel hale getirebiliriz. Mesela gönül isterdi ki Kerala backwater’larında çalışan bir biyolog olayım. Gönül vaktinde istese belki olurdu da geçti işte. Verili koşullar önemli.
Bir de istemek de doğru olmayabilir. Daha doğrusu dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir. İstediğim hatta “rüya gibi” dediğim pek çok işi istediğim şekilde yaptım ve fos çıktı. DJ’lik yapayım oh hem çalar hem kazanırım dedim, sıkıcıydı. Gezi fotoğrafçısı/yazarı olayım hem gezer hem takılırım dedim sıkıcıydı. (Geziyi gezi olmaktan çıkarıyordu. Ritmini bozuyor seyahati işgal ediyordu. Işık kollamaktan ve her şeye fotoğraf karesi olarak bakmaktan gezmenin tadı tuzu kalmıyordu.)
Söylediklerim bir yığın insanın harikulade işler ve tatiller yaptığı gerçeğini değiştirmiyor.
Bir yığın insan huzur içinde çalışıyor ve nefis tatiller yapıyor. Mesela bizim Hamdi Can Tuncer. Öğrencilerine siz diye hitap eden ve her derse çalışarak giren işini haz duyarak yapan harikulade bir lise edebiyat öğretmeni Hamdi. Benim de kadim arkadaşım. Tatillerini de her bir partikülüne huzur ve muhabbet doldurarak yapar muhterem. Biliyorum çünkü çok eşlik ettim.
Elbette böyle bir çok insan var. Ama şunu unutmamalı. Hamdinin yaptığı iş gerçek. Bir işe yaradığını görüyor. Ertesi güne yıla sonraya bir şey kalıyor. Öğreniyor ve öğretiyor. O yüzden zaten işini ciddiye almaya değer buluyor. Öğretmen kutsallığı muhabbeti yapmıyorum. Berber, terzi, doktor, marangoz, yazar, bakkal, avukat, hemşire, çöpçü çok insan yaşıyor bu hayatta sahici işler yapan. İşini işe yaradığını bilerek yapan birisinin tatili de başka oluyor olmalı ne bileyim.
Yapılacak şey bence genellikle olduğu gibi aynı. Öyle her sunulana rıza göstermemek. İş, aşk, tatil fark etmez. Her türlü şey ve durumla bildiğimizden başka türlü ilişkiler olabileceğini akıldan çıkarmamak lazım. Ben ne zaman bu meseleleri çözdüğümü düşünme eğilimi göstersem duvara çarpıp baştan başlıyorum.
Reddedebiliriz. Kaçabiliriz. Taşınabiliriz. Bize sunulan hayatın dışında hayatların olduğu bilgisine göre hareket edebiliriz. Ve bunu hiç bıkmadan yapabiliriz. Yekta Kopan’ın kulakları çınlasın itiraz edebiliriz.
Nitekim sayabildiğim kadarıyla bir tane hayatımız var. Prova yapacak vakit yok.