Atalay Girgin*
Ne gariptir ki kısa bir süre önce matbaadan çıkan “Arzu Okulu” adlı kitabımı, belki bir uyarı olur, belki bir duyarlılık oluşur düşüncesiyle onlara ithaf etmiştim, şu sözlerle: “Bir daha yaşanmasın diye… Başta Pozantı Cezaevi, Haymana Nuri Bektaş Anadolu Lisesi ve Karaman olmak üzere, tüm cezaevleri ve okullarda, yurtlarda cinsel taciz ve tecavüze uğrayan çocuklara…”
Ne yazık ki Arzu Okulu’nun yayınlanışının üzerinden iki hafta bile geçmedi. Yurtlarda, okullarda Kuran Kurslarında, okul pansiyonlarında kalan çocuklara, öğrencilere yönelik cinsel taciz ve tecavüz iddialarına ilişkin yeni bir haber daha düştü gündeme. Oysa bir önceki yazımda da bu konuya ilişkin bir soruşturma dosyasından söz etmiştim, sağır sultanlara…
Barış Yarkadaş’ın twiter paylaşımlarıyla kamuoyuna duyurduğu olay da bunlardan yalnızca birisi… Ve yalnızca tesadüfen ortaya çıkmış olan buz dağının görünen kısmına dâhil olan bir vaka…
Barış Yarkadaş’ın on maddelik twiter mesajlarının son ikisi oldukça düşündürücü. Yarkadaş diyor ki “İçim acıyarak yazdığım ve özetlemeye çalıştığım bu tablo, Milli Eğitim Bakanlığı'na emanet edilmesi gereken binlerce çocuğumuzun, siyasi iktidarın çıkarcı politikaları yüzünden cemaatlere terk edilmesinin yarattığı sonuçlardan sadece biridir. @ziyaselcuk ne iş yapar acaba?”1 ve devam ediyor:
Sadece Ziya Selçuk değil tabii ki... Siyasi partiler, medya, insan hakları kuruluşları neden sessiz kalır bu dehşete? Yoksa artık muhalefet de bu tür vakaları önemsemiyor ve sıradan mı görüyor? Ya da üç beş oy kaygısı mı herkesi hareketsiz bırakıyor? Cevabı siz verin...
MEB, Diyanet ve Cemaatin, hatta devletin ve diğerlerinin Barış Yarkadaş’a bir cevabı var mı? Elbette hayır! Çünkü onların ağzı ve dili yoktur. Çünkü onların ne manevi şahsiyeti vardır, ne ahlakları, ne de vicdanları… Peki; bu durumda Yarkadaş’a cevabı kimler verecek? Sorumluluğu kimler taşıyacak?
Tüm toplumsal kurum ve kuruluşlar gibi, MEB, Diyanet, Cemaat ve devletin de ahlâkı yoktur. Onlar hiçbir ahlâki eylemde bulunmazlar, bulunamazlar. Onlar akılsızlıkla, vicdansızlık ve ahlâksızlıkla kaimdir.
Ahlâkilik ve ahlâki eylemde bulunmak, yalnızca “şu” diye gösterebildiğimiz gerçek insanlara mahsustur. Ve ahlâki eylem, akıl ve beden sağlığı yerinde olan insanın, toplum içinde ve kendi iradesiyle yapmayı ya da yapmamayı seçtiği eylemdir. Bundan dolayıdır ki ahlâksız insan yoktur.
Ancak gerçekleştirilen ahlâki eylemlerin “iyi” ya da “kötü” olarak nitelenebilen değerleri vardır. Bu da kişiden kişiye, toplumdan topluma, zamandan zamana değişir. Çünkü hiçbir toplum, hangi kabuller (ister dinsel, ister ideolojik, isterse siyasal, vb.) temel alınırsa alınsın tek bir ahlâkla kaim değildir.
Eğer toplum tek bir ahlâkla kaim olsaydı, meydanlardan, televizyon ekranlarından söylenen yalanlara birileri kızarken, sitem ederken, birileri alkış tutuyor olur muydu? Okullarda, yurtlarda yaşanan taciz ve tecavüz olaylarını birileri açığa çıkarmaya, bunlara karşı mücadele etmeye çalışırken, aynı toplum içinde birileri üstünü örtmeye girişir miydi? Neylersiniz ki toplumsal çözülme ve kültürel çürümenin zirve yaptığı yerlerde birinciler kaybeder ve ikinciler kazanır daima…
Yazıyı bir ahlâk felsefesi dersine dönüştürmemek için bu faslı kısa kesiyor ve soruyu yineliyorum: Yarkadaş’a cevabı kimler verecek?
Çocuklar örselenirken susan MEB, Diyanet, Cemaat, hatta devlet mi? Elbette hayır! Bunun öncelikli muhatapları Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş ve Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Ziya Selçuk’tur. Çünkü çocukları eğiten kurumların sorumluluğu onlardadır.
Aslında bunun, sorumluluk babında onlardan da önce gelen muhatapları ise çocukları, gençleri, pedagojik kabulleri dikkate almaksızın, 48 aylıktan itibaren “Kuran eğitim öğretimi” adı altında, başta Diyanet olmak üzere Cemaatlere teslim eden yasal düzenlemeyi yapanlar ve bu düzenlemenin altına imza atanlardır. Hiyerarşik silsile yoluyla istisnasız tümü sorumludur. Peki; bunlardan hesabı kim soracak?
Pedagojik gereklilikleri zerre önemsemeden 4-6 yaş çocukların Kuran eğitimi ve öğretimi vesilesiyle “Kur’an'ın olmadığı yer karanlık bir yerdir, Kur’an'ın girmediği kalp karanlık bir kalptir, Kur’an'ın girmediği ev harabe bir evdir” diyen Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ı bir yana bırakalım. Hatta onu Allah’a havale edelim!
Ama bir kenara bırakmadan ve Allah’a havale etmeden önce de soralım: Cinsel taciz ve tecavüzlerin yaşandığı malum Kuran kursları aydınlık yerler midir? Yoksa Kuran’ın girmiş olması herhangi bir yeri aydınlatmaya yetmiyor mu? Konumlarını, makam ve sıfatlarını kullanarak “Harun gibi gelip hızla Karun’laşanlar”ın evlerinde ellerinde Kuran yok mu? Rüşvet, yolsuzluk, yalan-talanla har vurup harman savuranların mekânlarına Kuran girmemiş mi? Kısa bir süre önce basına da yansıdığı gibi, içerisinde bir müftüyle bir hafızenin, bir imamla bir kadının basıldığı camilere hiç mi Kuran uğramamış? Yoksa mesele Kuran değil miymiş?
Peki; Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Ziya Selçuk bunun hesabını sorabilir mi? Bu sorumluluğu üstlenebilir mi? Aslında hangi Ziya Selçuk, diye sormak gerekir ya yeri de sırası da değil şimdilik.
Örneğin; “2023 Eğitim Vizyonu”nda “eğitim meselesinin ideolojik olmaktan çıkartılması ve pedagojik zemine oturtulması şarttır” deyip, sonra da soyut düşünmenin fersah fersah gerisindeki 48 aylık çocukların “Allah, Cin, Şeytan, Melek, Cennet, Cehennem, vb.” kavramlarla zihinlerinin örselenmesine tek bir söz bile etmeyen, edemeyen Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk mu?
Ya da “Çocuk, insanlığın öz yurdu, vicdanıdır” türü aforizmatik sözler söylemeyi seven, ancak 48 aylık çocukların zihinlerinin örselenmesine olduğu kadar, okullarda, pansiyonlarda, yurtlarda zihinlerinin yanı sıra bedenleri de örselenen çocuklara yaşatılanlar karşısında da ayağa kalkamayan Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk mu?
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda, pansiyonlarda yaşanan2, hatta birçoğu basına da yansıyan taciz olayları, soruşturmaları karşısında etkili adımlar atamayan, soruna neşter vuramayan, sorumluların üzerine gidemeyen Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk mu?
Oysa bunlara, yani çocuklara yapılanlara, yaşatılanlara sessiz kalmak, “insanlığın öz yurdu”nun işgal ve iğfal edilmesine, vicdanının boğulmasına seyirci kalmak, hatta ortak olmak değil midir? Bu kimlerin, hangi ahlak telakkisine sığar bilemiyorum ama ne yazık ki bu da ahlâki bir eylemdir. Ancak hiçbir makam, lütuf ve ulufe uğruna seçilmemesi gereken bir eylem… Sıfat, statü, makam uğruna ilineğin ilineği olmayı zül addedenlerden ırak olması gereken bir eylem…
Dolayısıyla Milli Eğitim Bakanı sıfatı bir yana… Yakın geçmişte, örneğin 2014 yılından beri yaşanan bu olaylar karşısında, hiçbir yerden icazet beklemeksizin, bedelinin ne olacağını düşünmeksizin konuşması, harekete geçmesi, kamuoyunu ve basını harekete geçirmesi, hatta Meclis’ten araştırma komisyonu kurulmasını talep etmesi gereken kişi, bir eğitim bilimci ve bir insan olarak Ziya Selçuk’tur.
MEB, Diyanet, cemaat, devlet değil! Herhangi bir sıfat, statü, makam da değil! Yalnızca insan… Elbette ilineğin de ilineğine dönüşmüş ve ilineklikte sınır tanımayanlardan söz etmiyorum! Her insanın değeri ve değerleri olduğunu bilen ve karşısındaki kişiyi sıfatlarından bağımsız olarak yalnızca bir insan olarak değeri ve değerleriyle değerlendirebilme bilinci ve erdemine sahip olan insandan söz ediyorum.
Yoksa yanılıyor muyum?
* Felsefenin Işığında / Felsefece http://atalaygirgin.blogspot.com
1 https://twitter.com/barisyarkadas
2 https://www.gercekgundem.com/yazarlar/atalay-girgin/902/arzu-okulu-milli-egitim-bakani-ogretmenler-ve-velilere-ne-anlatir