Sürekli üreten, yurdun ve insanlığın sorunlarına kafa yoran bilge kişilerin sayısının giderek azaldığını, bu arada hayatın geçip gittiğini görünce; insanın aklına umutlara, başarılara, yanılgılara, yenilgilere, kaçışlara topyekûn tanıklık ettiği gerçeği geliyor doğrusu!
Artık bunun adı cesur ve hüzünlü bir hesaplaşma mıdır? Ülkenin acılarının insanın kederini büyütmesi midir? Demokrasiyi, özgürlükleri, barışı dert edinmiş insanların hayal kırıklıkları ve bunalımları mıdır? Bilinmez…
Ne demek istediğime geleceğim ama önce değineceğim bir iki konu ve altını çizeceğim birkaç başlık var!
Görünmeden yaşayan kadınlardan, gördüklerinden bir yaşam kurma özlemi duyan çocuklardan, yaşamak istediklerini bulamayınca hayal kırıklarını bazen omuz omuza, bazen karşı karşıya, bazen yumruk yumruğa, bazen limoni, bazen de limoniden de öte dile getiren gençlerden girersek söze! Manzara budur der, sahada durum budur diye ilave ederiz.
Yavaş yavaş konuya geliyorum.
Derler ki; “Mizah, baskının hüküm sürdüğü topraklarda, sıradan insanın zihinsel sığınağıdır.” Şimdi bu sözün üstüne söz mü söylenir? Tarih boyunca mizah insanlığın toplumsal gerçeklik karşısındaki kendi benliğini savunma refleksi ise, baskıcı düzenin kurallarına kendi çapında karşı çıkması ise, toplumsal baskının insan ruhunda açtığı yaraları sağaltma çabası ise mizah niye “tu kaka” ilan edilsin ki? Mizah olmasaydı, kendimizi hayatın acımasızlıklarına karşı onları alaya alarak savunabilir miydik?
Nasrettin Hoca fıkralarına, Bektaşi deyişlerine, Karadeniz esprilerine dayanma arzusu başka nasıl izah edilir? Ya da ortada dolaşan eleştiri ve önerilerin niteliğine ve çapına bakınca mizaha sığınmaktan başka çare var mıdır?
Bankalardan limanlara, Tekel’den Telekom’a, Petkim’den Şeker Fabrikalarına, Sümerbank’tan Türk Hava Kurumu binalarına, madenlerden ormanlara ille de satarım diyen ve satan bir yönetim anlayışında daralınca zaman zaman mizahın dışında neyle teselli olunur ki?
Türk eğitim sistemi dünyada 101. sıraya yerleşmişse, Suudiler bile 41.sırada yer alıp bize el sallıyorsa görünen o ki bizi mizaha sığınmak bile kurtaramayacak gibi…
Az kaldı sonuca geliyorum. Kadınların devlet eliyle ve emriyle bugün sahneden, yarın okuldan, öbür gün işten, gelecek yıl sokaktan, birkaç yıl sonra hayattan dışlanmamaları için tek yol var. Laik Cumhuriyetimizi sık sıkı sarılmak ve sahip çıkmak.
Çatlak seslere ve baskılara rağmen kendi sorularını sorup, kendi cevaplarını bulmaya çalışmak! Çocuklarımızın geleceği için kendi sorumluluklarımızın üstüne sorumluluk eklemek. “Medyada tekelleşme bitmiştir, geçmişe göre çok sesli bir Türkiye var.” diyen yöneticilere gözlerimizi dibine kadar açarak “nasıl yani?” demek! Genç zihinlerde “yerli ve milli” bir oluşuma yol açanların zihin haritasını iyi okuyarak onları sükûnete davet etmek. Haziran ayında tarihsel bir sorumluluk altında olduğumuzu bir an bile unutmamak! Ekonominin içler acısı haline bakarak; açlık sınırına, yoksulluk sınırına, işsizliğin boyutlarına, benzinden mazota, dolardan Avroya, ekmekten elektriğe, cari açıktan cinsiyet eşitsizliğine her alanda ve her konuda yakaladığımız büyük başarıyı iyi okumak(!) ve neden olanları iyi tanımak.
Bu arada da yaşamsal konulardaki çıkmazlar bazılarına hiçbir şey ifade etmiyorsa, tüm yaşananları bazıları hiç dert etmiyorsa “onlar haklı” diyenlere, onlar haklı olabilir mi diye sormak!
Durmadan demokrasi vurgusu yaparak demokrasiye kendilerince anlamlı bir sınır çizenlerde günü geldiğinde bir suçluluk duygusu oluşur mu diye umutlanmak! Gerçekleştiğinde seyri ömre bedel böyle bir görüntüyü bu ülke insanı görecek mi diye merak etmek! Cehaletin baş tacı yapıldığı, vasatın el üstünde tutulduğu yerlerde toplumun kayıp gittiğine tanıklık etmek!
Adalet Bakanı’nın açıklamasına göre, tutuklu ve hükümlü 70 bin kadar öğrencinin hapiste olduğunu duymak, bu rakama, tutuksuz yargılanan ya da yargılaması devam eden öğrencilerde eklenince sayının 100 binin üstüne çıktığını öğrenmek! Bu koşullarda ülkenin geleceğinin kimlere emanet edileceğini yaman merak etmek! Bunun adını cezaevi fakültesi koyarak dünyaya nam salmak! Sarılmayan yaraların kangrene dönüştüğünü, fasit daire içine sıkışıp kalan, çıkış yolları kapalı bir gençliğin ne olacağını, ya da ne olmayacağını, cepheleri keskinleştirmenin kime ne yarar sağlayacağını inceden inceye düşünmek!
Sonuca gelirsek! Soru şudur! Gençlik geleceğimiz miydi? Ne zamandan beri? En ufak bir itirazda, en küçük bir tepkide, coştuğunda, farklı düşündüğünde, söz hakkı istediğinde, kendini ifadeye çalıştığında, soru sormaya kalktığında, türküsünü söylediğinde, eleştiri yaptığında, karşı çıktığında, isyan ettiğinde “sus, doğru içeri” dersek ülkenin geleceği o gençlik olmaz.
Silah başına verilen yıllık 200 mermi, 1000 (yazıyla bin mermiye) çıkarılıyorsa, toplum ve o gençlik mutlu olmaz - olamaz. Damat ve veliaht bakan istediği kadar; “AKP, Türkiye’yi kucaklayan tek partidir. AK parti Türkiye’nin şah damarıdır, ana omurgasıdır. Herkesi, başı örtülüsünden başı açığına, her inanç grubundan herkesi kucaklayan tek partidir” gibi veciz mi veciz, böyyük mü böyyük laflar ede dursun! Biz hemen şu notu düşelim! Unutkan bir toplum olduğumuz yadsınamaz bir gerçekken söylenenleri, yapılanları unutacağımız kesinken; Gençliğin hedef tahtasına oturtulması unutulur mu? Bilmiyorum…