Daha kötüye gitmeyen bir şey kaldı mı, ya da ne kaldı? Sabrınız yeterse sıralamaya çalışalım;
Anlat anlat bitmeyen sorunlar, aramakla bulmak arasında heba ettiğimiz yıllar, kırk kere yazsak da kırk birinci kez aynı yere döndüğümüz konular…
Toplumun büyük kesimini ilgilendiren aş, iş gibi maddi sıkıntılar, işsiz gençler, iş aramaktan yorulan babalar, “biz sadece toz bezi değil, insanız!” diye yakınan emekçi kadınlar, müzikten geçinmeyen, müzikle beslenen, sanattan geçinmeyen sanattan ilham alanların yaşadığı ciddi sorunlar. (Devletin sanata ve sanatçıya mesafesi belli)
Büyük umutlarla aldığı diplomasına bakıp iç geçirenler, 40 bin TL ile 176 bin TL arası maaş alıp, adına huzur hakkı denilen bu paraları huzursuz olmadan içine sindirenler, 10 parmağında 10 marifet olan 11 maaşlı genel müdürler, 5 maaşla geçinmeye çalışan danışmanlar…
Araç filosuna doymayanların, uçak filosuyla yetinmeyenlerin, saray koleksiyonu az gelenlerin yanında, borcunu borçla ödemeye çalışanlar (34.5 milyon), işin vicdani boyutunu geçelim, sosyolojik damarını, sınıfsal tabanını açıklamakta zorlanan uzmanlar…
Milli ve manevi değerler diye diye, ahlaki, siyasi, ticari demeçler vere vere, resmi ve zorunlu ziyaretleri aile boyu yapa yapa, gerçek siyaseti unuta unuta, olması gereken nezaketi askıya ala ala kullanışlı sahalarda siyasi sörf yapanlar…
18 yılda 6 kat artan açlık sınırı, tiyatroda yüzde 43, sinemada yüzde 70 azalan seyirci, canına kıyan müzisyenler, ulaşımı zorlayan, mutfağı yakan zamlar, yüzde 36 artan konut kiraları, inşaat sektöründe esen iflas rüzgârlarına karşı hamdolsun diyenler…
İnanmakla inanmamak arasında gidip gelerek, “yok canım bu kadar da olmaz” diyerek, yaşatılan korkuyu, kaygıyı, öfkeyi nasıl ve ne şekilde açıklayacağımızı bilemeden önümüze sürülenler…
İşsizlik, istihdam, hayat pahalılığı, kira, ulaşım, okul harcamaları, kredi ödemelerine baktığımızda basit, kısa, yalın net, anlaşılabilir şekilde ve kayıt düşmek adına soru şu: Kayıp yıllarımızın sorumlusu kim?
Konuyu daha fazla uzatıp sinirleri zorlamadan biz yine ve yeniden kadın dosyamızı açarsak! Başı da dumanı da hep tüten, yaraları kabuk bağlamayan, üzerinde çok durulmayan her alanda kendini belli eden kadın sorunumuza dönersek;
Sayıları 207’i bulan yükseköğretim kurumlarında çalışan 180 bin öğretim elamanından 81 bin 661’i kadın. Kadın profesör sayısı 10 bin. Yani kadın profesör oranı toplamın yüzde 32,5’unu oluşturuyor. Ancak bu sayının sadece yüzde 3.94’ü rektör ya da dekan olarak görev yapıyor. 17 kadın rektöre sahip oluşumuz gerçeğine bakınca demek ki kadınların yönetimdeki payı kariyer yükseldikçe düşüyor. Avrupa ortalaması yüzde 15 iken, bizde bu oran yüzde 8’de kalıyor…
Bu şu demek midir? İş dünyası, MEB, YÖK ve gerçekler kadınlara diyor ki: “Okuyun, gecenizi gündüzünüze katın, kariyer yapın, yabancı dil öğrenin, pek çok şeyi erteleyin. O beni ilgilendirmez. Çünkü ben yönetim kademelerinde erkek isterim!”
Tam da burada ilgisi olmasa da aklıma iki söz geldi uyarlamak istedim! İlki Napolyon’dan. Yıllar önce; “Beni sevmeniz gerekmez, benim için ölün yeter!” demişti. Bu sözü alıp kadın cinayetlerine uyarlarsak bizde erkek aklına koydu mu; “seni sevmem gerekmez, seni öldürürüm o bana yeter!” mi diyor?
İkinci uyarlamam Arşimet’ten! Ünlü filozof diyor ki; “Bana bir dayanak noktası verin. Dünyayı yerinden oynatayım.” Biz kadınlar da; “bize dayanak noktası verin, dayanma gücümüz zaten var!” diyoruz!
Son olarak başlığın hakkını vermek için Âşık Mahzuni’ye sığınalım! “Böyle parsel parsel bölünmüş dünya/ Bir dikili daştan gayrı nem kaldı?/ Dost köyümden ayağımı kestiler./ Bir akılsız baştan gayrı nem kaldı?”
Daha kötüye gitmeyen ne kaldı diye bakınca siz söyleyin Mahzuni Şerif haksız mı? Ya da okur söylesin bunları dile getirdiğim için ben mi haksızım?
Bir özlem ve temenni yazısı yazacaktım ama ortaya bu çıktı. Ne derler: “Dertli söyleyen olurmuş”…