Sabahı düşündüm. Gecenin bir yarısı cezaevine girdiler ve henüz koğuşlara dağılmadılar. Gecelerini karantina denilen yerde geçirdiler. Belki bugün koğuşları belli olacak ve gidecekler. Demir kapıların biri açıldı, biri kapandı. Üstleri arandı. Evlatlar, anneler, eşler bir koşu gidip ilk görüş öncesi giysi ve ihtiyaçlarını bir çantayla yetiştirmeye çalıştı. Cezaevine giremeyecekler ayıklandı.
Yeni yaşamları için şaşkın ama yaşananlara şaşırmadan ilk sabahlarına uyandılar. Eski koğuş sistemi olsa, bir koğuş kıdemlisi onları bekliyor ve cezaevi günleri için onları hazırlıyor olurdu. Ama Osman Kavala’yı göremeyecekler. Belki de biri onunla aynı 3 kişilik koğuşlardan birine düşecek ama o kadar.
“Şaşkın” demişken, galiba en çok Çiğdem Mater öyledir. Zira “kaçma şüphesi” nedeniyle tutuklandılar. Oysa Mater, Almanya’dan sadece bu davanın karar duruşması için dönmüştü. Yani orada bir yaşamı, eşi ve işi vardı. Gezi Davası’nın hukuki boyutları çokça konuşuldu, tartışıldı. Sözün tükendiği yerdeyiz.
Davanın seyri, Kavala’nın “içerde” tutulma ısrarı, son yargı mercii olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, cezaevi kapısından dönüp “casusluk” suçlamasıyla tutuklanıp, bu davada “casusluktan” beraat etmesi, sanıkların “Gezi Davası”ndan beraat edip sonra davanın yeniden açılması, Çarşı’nın bu davaya dahil edilmesi, sonra çıkarılması vb. saçmalıkları konuşmak sadece hafıza tazelemek olur.
Oysa bir başka hafıza vardı ki bunu konuşmak gerekir. O hafızanın ilk tezahürünü Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe yansıtmıştı. 10 Kasım’da Atatürk’ü anma töreni hakkında konuşmuş ve şöyle demişti:
“Bu düzen değişmeli. Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola harman ola, Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmesin.”
28 Şubat’a gerekçe olan konuşmalardan biriydi. Siyaseten ne düşündüğünden çok işin psikolojisi ilginçti. Muhterem, “kinin ve nefretin” eksik olmamasını salık veriyordu.
Aradan yıllar geçti. 2012 yılıydı. FETÖ diye tanımlanan cemaatin yarattığı MİT Krizi sonrası dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan şöyle diyordu:
“…Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, evinin, kininin, talbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum.”
Aslında bu “kindarlık takıntısı”nın kaynağı Necip Fazıl’dı, Çile kitabında “Gençliğe Hitabe” yazısıydı. Sözlükler kindarlığı öç almayı amaçlayan gizli düşmanlık, garez olarak tanımlıyordu.
Siyasette kindar olmanın psikolojik yansımalarını ve etkisini konuşmak gerekir. Zira aslında “kindar olmayı Dücane Cündioğlu, “zayıf karakterli insanların, hayatlarını sürdürmek için kindar duygulara ihtiyacı vardır” diyerek yorumlasa da işin psikolojik arka planının ötesine bakmak gerek. Siyasetçi “kin” duygusu ile tabanının toplumsal hafızasını canlı tutmaya çalışırken, geçmişte karşıtlarla yaşanan sorunlar da bu kinin unsuruna dönüşebiliyor.
Gezi Süreci işte bu anlamda AKP iktidarının simge davasıydı. Çünkü milyonlarca insan ‘kendiliğinden’ onurları, yaşam tarzları, memnuniyetsizleri ve inandıkları değerlere yapılan saldırılar nedeniyle sokağa çıkmış ve muktedirlerin yüreğine korku salmıştı. Hatırlayın; başlangıçta nasıl da uzlaşmacı, dinleyen ve çözüm odaklı bir diyalog tutturma çabası vardı. Sonra “ilk üç günü masumdu ama sonra…” söylemi ile başlayan dezenformasyon ile Gezi Süreci karalandı.
Sonrasında ülkenin en önemli meydanını barışçı biçimde ellerinde tutan o tarihi dayanışmanın “darbe girişimi” olduğu gerekçesiyle yargılanması süreci yaşandı. Çarşı gibi taraftar toplulukları bile o darbe girişimini gerçekleştirmekle suçlandı. Cumhuriyet tarihinin en büyük sivil, barışçı ve dayanışmacı itirazı kriminal bir suç gibi gösterilmek istendi.
Defalarca Gezi ile hesaplaşılmak istendi. Her defasında geri tepti. Sonunda bu garabet dava süreci ve Kavala’ya dönük husumet ile dava ‘yandaş’ kimi yazarları bile şaşırtacak ve tepki gösterecekleri bir sonuçla tamamlandı.
Gezi Davası aslında sokağa çıkmanın sonuçları, tarihle hesaplaşma ve kinin sürdürülmesi açısından bir ibret vesikası olarak AKP’nin tehdidinin sınırlarını çizdi.
Bence korkunun ecele, kinin ise bünyeye faydası yok…Çünkü veciz bir atasözünün dediği gibi, ‘keser döner sap döner…”