O suç aletlerinden bizim işyerinde daha da vahimi var

12 Mart döneminden itibaren uygulanan bir propaganda yöntemiydi. ”Teröristler” yakalanır ve “suç aletleri” önlerine konarak basının görüntü alması sağlanırdı....

Rıdvan Akar Yazar ridvanakar@hotmail.com

12 Mart döneminden itibaren uygulanan bir propaganda yöntemiydi. ”Teröristler” yakalanır ve “suç aletleri” önlerine konarak basının görüntü alması sağlanırdı. Bu suç aletleri kimi zaman gerçekten de silah olur, kimi zaman ise devleti yönetenlerin ‘tehlike’ algısını gösteren matrak şeyler sergilenirdi. Amaç, kamuoyunu ‘bakın devlet sizi nasıl da tehlikelerden koruyor ve yakalananlar da ne kadar tehlikeli’ algısı oluşturmak olmasına rağmen, ben o sergilenenler arasında mutfak mikseri de gördüm, iskambil kağıdı, para, nüfus cüzdanı, makyaj malzemesi bile vardı.

Aslında daha pek çok veciz örnekler verilebilir. Ancak teşhir edilen ‘suç unsurları’ ile polis aslında bir algıyı güçlendirmek isterdi. Kimi zaman yakalanan silahlar ile bir tehlikenin önlendiği vurgusu öne çıkarken, silah bulunamamışsa, ‘bakın nasıl da lüks içinde yaşıyorlar/eğleniyorlar/süslerine düşkünler’ türü mesajları ile yakalanan örgütlerin mensupları hakkında türlü çeşitli imajlar oluşturulurdu.

Ben 80’li yılların ilk yarısında bu teşhir edilen ‘teröristler’ arasında nişanlımı da gördüğümde önünde, kitap ve bildiri vardı. Silah bulamamışlar, kitap koymuşlardı. Bu ülkede yönetenlerin en çok çekindiği şeylerden biri de kitap oldu. Herkesin kütüphanesinde bulunabilecek eserler, ‘tehlikenin’ nişanesi olarak yakalananların önünde sergilenirdi.

Aslında bu teşhir ile devletin güncel tehlike algısını ölçmem mümkündü. Teşhir edilen “malzemeler” hep olurdu ama zamanın ruhuna göre kimi zaman bu tehlikeli örgüt malzemeleri arasında kitaptan müzik kasetine, resimden enstrümana, günümüzde cep telefonundan bilgisayara kadar değişik gündelik hayatın olağan akışına uygun “şeyler” sergilenirdi.

Devlet okumayı, seyretmeyi, düşünmeyi tehlike olarak gördüğünde, milletin de bu algıyla hareket etmesi beklenirdi. Onun içindir ki benim kuşağım kitap yakmak zorunda kalmış, kimi kasetleri evinde gizlemek zorunda kalmıştı.

Önceki gün Diyarbakır’da tutuklanan 16 meslektaşımızın örgüt mensubu olduğuna ilişkin “kanıtlar” (!) sergilenerek, 16 meslektaşımızın ne kadar da “tehlikeli işler” yaptığı algısı yaratılmak istendi. Ancak ortada bir gariplik vardı. Bölgenin hassas koşullarında bıçak sırtı bir işi yapmaya çalışan bu arkadaşlarımız ile ilgili suç delilleri kamuoyuna duyurmak için orada bulunan basın mensupları da aynı “suç aletleriyle” oradaydı. Zira 16 meslektaşımıza ilişkin teşhir edilen suç aletleri sadece kamera ve fotoğraf makinesiydi.

Türkiye’de basın tarihinin belki de en ibret verici fotoğrafı ile karşı karşıyaydık. Gazeteciler “terör örgütü üyesi” olarak tutuklanmıştı ama terör için kullandıkları varsayılan suç malzemeleri onların verdiği “suçsuzuz” ifadesini doğrular nitelikteydi. Sadece işlerini yapmak için kullandıkları haberciliğe dair malzemeler “suç delili” olarak gösterilerek, aslında yargılama sürecinin kadük olmasını sağlayacak bir paradoks sergilenmişti.

Daha da vahimi 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri sonrası oluşan bir teamül artık yasak olmasına rağmen bu tasarruf gerçekleşmişti. Zira Günümüzde “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 18.10.2011 tarihli 33 Nolu “Soruşturmanın Gizliliği ve Basının Bilgilendirilmesi” konulu genelgesinde gözaltındaki kişilerin suçlu olarak kamuoyuna duyurulmasına, basın önüne çıkarılmasına, kişilerin basınla sorulu cevaplı görüştürülmelerine, görüntülerinin alınmasına, teşhir edilmelerine sebebiyet verilmemesi, soruşturma evrakının basın organlarında yayımlanmasının önlenmesi gerektiğine işaret edilmişti.”[1]

“E, gazetecileri teşhir etmemişler, kameraları göstermişler” diyebilirsiniz. O halde aynı makaleden devam edelim:

“Basın organlarınca soruşturma sonuçlanmadan bir suçla itham edilen kişi yani şüpheli doğrudan sanık olarak gösterilmekte ve hatta kamuoyu önünde yargılanıp suçlu ilan edilmektedir. Bu kişi mahkemece yargılanıp beraat ettiği halde, bu karar haber yapılmamakta ya da haber yapılsa dahi itham edilen suçta yapıldığı gibi sansasyon yaratıcı şekilde aktarılmadığından kişi toplum huzurunda ve hafızasında suçlu olarak kalmaktadır. Nitekim kişinin suçlu olmadığı yargı kararı ile sabit olmasına rağmen suçlu olarak bilinmekte yani kişi kamu vicdanında beraat edememektedir. Bu durumda medyadan beklenen, adli haberlerinin abartılarak verilmemesi, suçsuzluk karinesinden yararlanan sanığın mahkeme kararından önce kamuoyunda mahkum edilmemesi ve beraat eden sanık için suçlandığı sıradakiyle aynı yoğunlukta yayın yapılarak kamuoyunun gözünde de beraatinin sağlanmasıdır.”

Türkiye’de gazeteci meslek örgütlerinin en sık tekrarlamak zorunda kaldığı bir vurgudur: “Gazetecilik suç değildir.” Kişilerin yaptıkları gazetecilik faaliyetinden ötürü yargılanması bir yana tutuklanması kabul edilemez. Diyarbakır’da çalışan 16 meslektaşımız için tutuklanmalarına vesile olan gerekçe, “haber içerikleriydi.” 16 gazetecinin örgüt üyeliği üzerine kurulan dava süreci ve iddianamesi üzerine gelecekte yine konuşuruz. Ancak gazetecilerle ilgili ortaya konulan suç unsurlarının kamera ve fotoğraf makinesi olduğunu unutmayın. Zira o “suç unsurlarından” bütün gazete, televizyon ve haber sitelerinde de var. Daha da “vahimi” (!) bu ülkede tam 51.5 milyon vatandaş cebinde akıllı telefon taşıyor ve o telefonlarla fotoğraf ve video çekmeleri gibi bir tehlikeyi nasıl görmezden geliriz?

Şaka bir yana o 51.5 milyon yurttaşın haber yapmasını ise önleyecek kanun tasarısı ise Meclis’te. Sosyal medya kullanımını sınırlandıracak bu ve halkın söz ve ifade özgürlüğü bağlamında nefes borusu haline gelen sosyal medyanın zapturapt altına alınmasını sağlayacak bu kanunun çıkmasının eli kulağında ve bu kanun ayrı bir yazı konusu.

Türkiye’de gazetecilik yaptığı için tutuklanan ve cezaevinde olan gazeteci sayısı böylece 56’yı buldu. Meslektaşımız İnci Hekimoğlu gece yarısı evi basılarak gözaltına alındı ve tutuklanmadı. Bütün bu göstergelere baktığınızda akla aynı çıkarım geliyor. Galiba seçimlere doğru gidiyoruz…


[1] Yüzer, Dilara, “Basın Yoluyla Adli Haberlerin Verilişi ve Suçsuzluk Karinesi”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 15, Özel S., 2013, s.1653-1694 (Basım Yılı: 2014)

Tüm yazılarını göster