Her seçim döneminde olduğu gibi PKK, iktidarın değirmenine su taşıyor. Ne hikmetse seçim dönemlerinde üç-beş yıldır şehirlere sirayet etmeyen eylemlilik birden bire canlanıveriyor ve ülkenin sinir uçlarını harekete geçiren, acı ve kanlı anılarla dolu bir geçmiş yeniden canlanıyor. Tekil eylemler gibi görünen bu terör olayları ile ilgili ülkenin muhalif kesimlerinde, “Suriye tarafından bir füze sallarım, işimize bakarım” minvalindeki kuşkular galebe çaldığında, PKK bir açıklama yapıyor ve eylemi sahiplenerek akıllardaki sorulara sarih bir yanıt veriyor.
Yine öyle oldu. Mersin’de yaşanan terör eylemi sonrasında devlet kanadı kendini patlatan kadın teröristin kimliği üzerinden muhalefetle polemik başlattı ve nihayetinde Kandil’den önce HDP ve CHP eylemin müsebbibi gösterilerek, seçim dönemi öncesinde avantaj sağlanmaya gayret edildi. Ancak 7 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasındaki dönemde 775 kişinin yaşamına mal olan terör sürecinin tecrübesine sahip bu iki parti de PKK eylemini ilk kınayan iki parti olarak öne cıktı. Aynı senaryonun bir kez daha sergilenmesine karşı gösterilen ilk refleks olması açısından önemliydi.
PKK’nın ilginç bir biçimde 6 yıldır cezaevinde dimdik bir duruş sergileyen Selahattin Demirtaş’ı “sindirilmiş” olarak niteleyip “düşman dili”ni kullanması eleştirisi ise Demirtaş tarafından “milyonların sessiz çığlığını duyarak, halkın duygularına tercüman olmak” gerekçesiyle yanıtlandı. Aslında bu karşılıklı suçlama/eleştiri sürecinin bir tarihsel kopuş olup olmadığı sorusunun yanıtı gelecekte konuşulacaktır. Ancak 23 Haziran 2019’da tekrar edilmek zorunda kalınan İstanbul seçimleri öncesinde Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna yollanan mektupta, İmamoğlu’nun desteklenmemesi ve HDP’nin tarafsız kalması çağrısı” nedense, PKK mahfillerinde “sindirilmişlik” olarak tanımlanmamış ve AKP’nin geriletilmesi sürecindeki bu kilometre taşına yaptığı müdahale böyle eleştirilmemişti.
Amma uzun girizgah oldu değil mi? Ama gerekliydi.
Şimdi mevzua girebiliriz.
Mersin’deki eylem hiç kuşkusuz uzun bir aradan sonra şehirlerde eylem yapması, bir polisin şehit olması ve saldırganların kim olduğu -bkz. Saldırgan gazeteciydi/DNA’sını açıklayın tartışması- açısından önemliydi.
Hükümetin, ‘bu ülkede vatandaşın güvenliğini işini bilen devlet adamları sağlar’ söylemi açısından da mühim olan bu eylemle ilgili İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ilginç bir açıklama yaptı. Eylemcilerin motorlu taşıma paraşütle (paramotor) tam 400 kilometre havadan gittiklerini ve nihayetinde eylemi gerçekleştirdiklerini söyledi. Dahası bu paramotorların kırdaki fotoğrafları da sergilendi.
Açıklama Soylu’nun geçmişteki terör ve PKK açıklamaları ile uyumluydu. Zira Soylu ne demişti? PKK’nın Cumhuriyet’in 100. yılı olan 2023’a kadar dağda tek militanının kalmayacağını söylemiş (20 Eylül 2022), bir başka açıklamasında ise PKK’nın 8-9 ilde sadece 120 militanının dağlarda kaldığını, sayıyı bu kadar azalttıklarını iddia etmişti (16 Eylül 2022). Bir başka açıklamasında ise bu sayısı 100 sınırının altında (30 Haziran 2022) vermişti.
Haliyle PKK’nın ülke içinde eylem yapabilme kapasitesinin sınırlandırıldığı bakanlık/hükümet duruşu olunca, eyleme “mantıklı” (!) bir gerekçe bulmak gerekirdi. Bakan Soylu da bu eylemcilerin 12-13 saat süren havadan bir yolculuk yaparak Münbiç’ten Tarsus’a geldiklerini belirtti. Üstelik teröristlerin saat 20.00 sularında yola çıktıklarını bilecek kadar ayrıntılara hakimdi.
Hava taşımacılığı konusuna hâkim olanlar ise bu tür paramotorların havada ancak 4 saat kalabildiğine dikkat çekerek, Türk hava sahasına giren bu tür izinsiz hareketlerin takip edilebildiğine dikkati çekiyorlardı. Ancak “Pençe Operasyonu”nda PKK’ya ait çok sayıda paramotor ele geçirildiği duyurulduğu için bu ayrıntıyı vurgulamakla yetinelim.
Aslında bakanın yaptığı açıklamada yaratılmak istenen algı önemliydi. PKK o kadar etkisiz hale getirilmişti ki bu tür bir eylemi yapabilmek için Türkiye’ye ancak yurtdışından böylesi yollarla girebilmişti. Sınır da kontrol edildiğine ve devlet her şeye hâkim olduğuna göre teröristlere ancak böylesi atipik bir yol kalabilmişti. Zira hem PKK’yı bitirip hem de PKK’nın eylem yapabilme kapasitesinde olduğunu söylemek, kafalarda soru işaretlerine yol açabilirdi.
Süleyman Soylu bildiğiniz üzere ateşli bir muhalif olduğu dönemde, DYP’nin genel başkanlığına kadar giden bir siyasi yolculuktaydı. Biz 1995 yılına gidelim. Soylu o yıllarda DYP Gaziosmanpaşa İlçesi başkanlığına seçilerek, 25 yaşında Türkiye’nin en genç ilçe başkanı olmuştu. Niye 1995’i andık? Zira aynı yıl ülkenin başbakanı DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’di. O yıllarda siyasi yorumcular bir açıklamasını şöyle yorumluyordu: “Başbakan Tansu Çiller,Tunceli’de köy yakma olaylarına askeri helikopterlerin de katıldığını söyleyen muhtarlara, ‘Onlar PKK’nın helikopterleri. PKK, Rusya’dan, Ermenistan ‘dan helikopter getirdi’ dedi. Çiller, böylece ilk kez PKK’nın elinde de helikopter bulunduğunu açıklamış oldu.”[1]
Sonrasında bir daha o helikopterlerden ses seda çıkmadı. ‘Paramotorlara’ dair konuşmak için henüz erken, umarız başka terör eylemlerinde izine rastlamayız. Ama Namık Kemal’in o güzel dizesini Çiller’den Soylu’ya bakarak anabiliriz: “Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır.”
[1] Fişek, Kurthan, “Gülmek mi ağlamak mı zor?”, Tempo Dergisi, 1.1.1995
PC: Aslında CHP’nin politikalarında yeni değişim ve dönüşümü konuşacaktık ama yaşanan terör hadisesi ve sonrasındaki gelişmeleri andık. Sonraki yazımızda ele alacağız.