İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda Osmanlı döneminde “at meydanı” olarak anılan, Bizans döneminde büyük bir hipodrom olarak kullanılan bir alan var. Birçoğumuz defalarca oradan geçtiğimiz halde hipodromun kalıntılarını fark etmemişizdir. Oysa hipodromun kalıntılarını bugün de görmek mümkün.
Bu yılın ilk aylarında alanla ilgili TRT’de yayınlanan belgeselin ardından İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat sosyal medya hesabından şöyle demişti:
“Sevgili TRT dünyanın en değerli turistik ve arkeolojik yapılarından Büyük Hipodrom hiçbir iz bırakmadan tarihin sessiz uykusuna dalmadı. Fotoğrafta gördüğünüz gibi tüm iç bölümü ayakta ve bir kaç ayda bir içinden durumunu kontrol ediyoruz. Buyurun bir gün sizi içinde gezdirelim.”
Polat devamında, İBB olarak restore edip turizme kazandırmak için mülk sahibi Maliye Hazinesine başvuru yaptıklarını ama 2 yıldır herhangi bir cevap alamadıklarını söylüyordu.
Geçtiğimiz hafta basına, İBB’nin hazırladığı projeyi Koruma Bölge Kurulu’na sunduğu yansıdı. İktidar medyası ve AKP’liler aldıkları tutumla tartışmayı alevlendirdiler. Tayyip Erdoğan henüz topa girmedi ama konuyu malzeme yapması muhtemeldir.
Açıkçası artık ne kadar mümkün bilmiyorum ama meselenin saplantılardan uzak, bilimsel bir anlayışla tartışılması merakları giderecektir. Eğer kalıntıların daha fazlası ortaya çıkarsa ülkemiz ve İstanbul açısından önemli bir adım olacaktır.
Hipodromun tekrar gündeme gelmesinin ardından iktidar medyasından ve AKP’li yetkililerden klasik tepkiler geldi. AKP İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe sosyal medya paylaşımında şunları söyledi: "Bazı hayaller vardır ki kurulması dahi ihanettir. Bu aziz millet, İstanbul'un göbeğine Antik Roma Hipodromu hayali kuranların, rüyalarını kâbusa çevirir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın."
İl Başkan Yardımcısı Fahri Şahin uyarıyordu! "Siyasi zihinlerin de bilinçaltları vardır ve bazı proje hayalleri aslında siyasilerin zihni bilinçaltlarını ortaya çıkarır. Her siyasi zihin sadece yaptığı ya da yapmadığından değil, kurduğu proje hayallerinden de sorumludur. Herkes aklını başına alsın!"
İki tane de AKP’li vatandaş yorumunu örnek olarak vereyim:
"Ne güzel animasyon hazırlamış Bizanslılar! Ayasofya'nın minareleri yok, Sultanahmet'i de yıkmışlar, Türk-İslâm Eserleri Müzesi İbrahim Paşa Sarayı kalır mı; o da yıkılmış! Ortalıkta hiç Türk görünmüyor; demek ki son ferdine kadar katletmişler! Ne güzel kafa!"
"Doğu Roma'yı diriltmeye çalışıyorlar. Tekrar camiye çevrilmiş Ayasofya ile Sultanahmet Camii arasında Doğu Roma Hipodromu'nu ortaya çıkarmaya çalışmak, tek kelimeyle Ayasofya'nın karşılığını vermeye çalışmaktır."
Ne kadar acayip değil mi? Zaten bir kısmı açıkta olan hipodromu gün yüzüne çıkartmak “Türkleri son ferdine kadar katletmek, Sultanahmet’i yıkmak” ve “Doğu Roma’yı diriltmek” oluyormuş. Yüzyıllarca köle emeğiyle ayakta kalmış Roma’yı, ondan arta kalan ve çürüyerek yıkılmış Bizans’ı diriltmeye çalışanlar varmış! Bazen bunu solculara dönük söylüyorlar, insan gerçekten hayret ediyor. Oysa geçmişin büyük imparatorluklarını diriltmek, ucu faşizme kadar varan sağ ideolojilerin hayallerinde var. İsterseniz Alman faşizminin, İtalyan faşizminin söylediklerine, Yunanlı faşistlerin ya da bizdeki faşistlerin ideallerine bakın.
Biliyoruz, İstanbul’un alınmasından önceki tarihle sıkıntıları var. Peki, İslamiyet döneminde, 1453’ten sonra meydana getirilen tarihi dokuyu korudular mı? Mimar Sinan’ın “kalfalık eserim” dediği Süleymaniye’nin bahçesine restoran açıldığında tepki gösterdiğini duyan gören var mı? Tarihi eserlere, tarihe dokuya karşı çok mu duyarlılar? Aksini ispat edecek o kadar çok delil var ki... Yol geçecek diye cami yıkıldığına, yüzlerce yıllık camilerin restorasyon yapıyoruz denilerek ucubeye çevrilmesine şahit olduk.
Tarihi dokuların, tarihi eserlerin korunması da solun mücadele konularından biri olmalı.
İslamiyet öncesini adeta yok sayıyorlar. Ama insanlık tarihi açısından diğer semavi dinler gibi İslamiyet de çok eski değil. Elbette insan ömrünü kıstas aldığınızda iki bin yıldan fazla bir zamanın oldukça uzun olduğu aşikâr. Fakat biliyoruz ki insanlığın macerası on binlerce yıl öncesine uzanıyor. Dünya üzerinde yaşayan bütün insanlar on binlerce yıl öncesine uzanan öykünün bugünkü mirasçıları.
Siyasal İslamcılar tarihin İslamiyet’ten önceki kısmıyla fazla ilgilenmiyorlar. İslamiyet öncesinin fazlaca araştırılmasını istemedikleri gibi bunda bir tehlike seziyorlar!
Geçtiğimiz yıl, Yeni Şafak yazarı ve Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim üyesi olan Yusuf Kaplan “Arkeolojik emperyalizm, bu topraklardan İslâm’ın izlerini siliyor ama biz uyuyoruz yine!” başlığıyla bir yazı kaleme aldı. Kaplan “Arkeoloji; sona ermiş, bitmiş bir tarihin korunması bilimi olarak kabul edilir. Tam anlamıyla hurafedir bu! Üstelik de en masumane gözüken çağdaş hurafelerden biri!” diye başladığı yazısında arkeolojik bulguların artmasıyla “bu memleket sizin değil” durumuyla karşı karşıya geleceğimizi söylüyor.
Birkaç cümlesini örnek vermek istiyorum:
“Bu topraklardaki tapu senedimizi elimizden alacak, bizi bu topraklardan sürecek yapıları adım adım inşa ediyor birileri arkeolojik kazı numaralarıyla…”
“Türkiye’nin dört bir tarafı, başta İstanbul olmak üzere, Anadolu’nun her tarafı, İslâmî köklerinden koparılarak, bu toprakların bizden önceki Rum, Ermeni, Hıristiyan geçmişi, pagan Yunan ve antik Ege ve Akdeniz uygarlıkları geçmişi kazınarak gün yüzüne çıkarılmaya çalışılıyor harıl harıl…”
“Zihnen Bizans’ın çocukları olduklarını ispat edercesine Müslüman Anadolu kıtasının altını oyuyorlar, her tarafı arkeolojik kazı çöplüğüne dönüştürmüş, gece gündüz demeden, Avrupa Birliği fonlarından fonlanarak, başka şer şebekelerden beslenerek bu toprakların İslâmî tarihini, geçmişini kazıyacak, bu topraklarda bizim işgalci olduğumuzu göstermeye kalkışacak hummalı bir kazı çalışması yürütülüyor ülkenin dört bir tarafında. 600 küsur kazı yürütülüyor el’an ekiplerle Anadolu çapında!”
“Bu topraklardan İslâm'ın izlerinin silinmesine göz yumarsak, bu topraklardan bizi sürmelerinin önünü açmış oluruz.”
Taliban’ın Afganistan’da Buda heykellerini yıkması, cihatçı çetelerin Irak ve Suriye’de insanlığın binlerce yıllık mirası olan yüzlerce eseri yok etmesi de böyle bir düşünce dünyasının sonucu değil mi? Bilindiği gibi geçtiğimiz on yıl içinde Suriye ve Irak’ta sadece İslamiyet öncesi eserler yıkılmadı. Pek çok cami ve türbe de yıkıldı.
Hipodrom meselesine verilen tepkilerde bu fikri hısımlığı görmek mümkün.
Canlanacak bir tarihin bugünü yıkması, geleceği tekrar kurması söz konusu olabilir mi? Bin yıl öncesini referans alarak “buralar sizin değil, bizim, gidin” diyecek çıkar mı? Çıkabilir, bizde milliyetçilik, dincilik var da başkalarında yok mu? Ama günümüz ve geleceğimiz açısından bunun dikkate alınabilir bir tarafı olamaz.
“Kişi kendinden bilir işi” denir, bu hale tam uyuyor. Eğer yaşadığınız ülke dışında, İslamiyet ya da Türklük adına başka topraklarda gözüm var diyorsanız, herkesin size böyle baktığınızı düşünürsünüz.
Tarihe yalnızca Siyasal İslamcıların yanlış yerden baktığını söylemek eksik olur. Ülkemiz resmi tarihinin oluşturulması süreci, hâkim kılınan tarih anlayışı da başlı başına tartışma ve eleştiri konusudur.
Başka ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de “yeni ulus oluşturma” süreci, tarih biliminin çekiştirilmesine, zorlanmasına birçok noktada istismar edilmesine yol açtı. Antropoloji ve arkeolojinin de aynı politikaya maruz kaldığını söylemeliyiz.
Sümerlerin, Hititlerin, İskitlerin dolayısıyla Avrupalıların Kızılderililerin kökenin Türk olduğu iddiası bugün geçerliliğini yitirse de cumhuriyetin ilk yıllarında resmi tarih tezi olarak savunuluyordu. Şemsettin Günaltay, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Nihal Adsız ve başka birçok isim bu türden görüşleri arkeolojik ve antropolojik bulgulara dayandırarak “bilimsel” hale getirmeye çalışmışlardı.
İnsanın tarihsel gelişimi Türkler, Araplar, Yunanlılar, Almanlar gibi tek bir ırka bağlanabilir mi? Böyle bir düşünce sistematiğiyle Türkler, Araplar, Kürtler, Farslar Sümerlerin pekâlâ kendi ataları olduğunu iddia edebilirler.
“Anadolu her zaman Türk yurduydu” demenin, Hititlerin Türk olduğunu savunmanın bu gün Türklere bir faydası olabilir mi?
Anadolu’ya tarihin yakın zamanında geldikleri gerçeği Türkleri kötü ya da zayıf bir ulus mu yapar?
Mesela insanlık tarihine dair “ilk yerleşim” tezlerini değiştiren Göbeklitepe bir ırka bağlanabilir mi? Göbeklitepe bırakın bugünün uluslarını Orta Asya, Sümer, Elam, Urartu, Mısır, Hitit uygarlıklarına dahi bağlanamaz.
Bugünün uluslarının ortaya çıkışı, insanlığın uzun tarihinin “kısa” son dönemine ait bir olgu. Dolayısıyla binlerce yıl öncesinin medeniyetlerini bugünün herhangi bir ulusuna bağlamaya çalışmanın bilimsellikle alakası olamaz.
Kısacası ana hatlarıyla kabile toplumları, kölecilik, feodal toplum, kapitalist toplum şeklinde ilerleyen tarihi insanlığın ortak süreci olarak görmek, tarihi bilgiyi milliyetçiliğin ya da dinciliğin malzemesi olmaktan çıkarmak önemli bir sorumluluk.
Ülkemiz, insanlık tarihinin en derin köklerinin bulunduğu, tarihin bütün dönemlerine ev sahipliği yapmış çok zengin bir coğrafya. Atalarımızın avcı-toplayıcılıktan yerleşik düzene geçmesinin örneklerine Anadolu’nun her köşesinde rastlanıyor. Çatalhöyük, Hacılar, insanın tarihinde M.Ö 12.000 yılına kadar gittiğimiz Göbeklitepe dünya açısından çok önemli yerler. Eski Yunan, Hitit, Asur, Frig, Lidya, Urartu, Roma, Bizans’ın izleri her yerde. Mezopotamya medeniyetlerinin coğrafyasında olmak ne büyük şans.
Türkler bininci yılın başında Anadolu’ya geldiler. Türkler elbette çok şey getirdiler ama zaten bu topraklarda var olan pek çok şeyi de aldılar. Anadolu’nun bugünkü kültürel yapısı insanlığın on binlerce yıllık köklerinden süzülüp gelen unsurlarla şekillendi.
Diğer yandan Anadolu tarihi yalnızca üzerinde kurulan devletlerin tarihi değildir. Son bin yıldan bahsederken sadece Selçuklu’dan, Beyliklerden, Osmanlıdan, padişahlardan değil; Türklerden, Kürtlerden, Rumlardan, Araplardan, Ermenilerden, Süryanilerden, Lazlardan, Çerkeslerden bahsediyor olmalıyız. Nasıl yaşadıkları, nelere maruz kaldıklarını, hangi tarihsel evrelerden geçtiklerini açık biçimde ortaya koyarak.
Yaşadığımız topraklara ait olabilmenin, yabancılaşmamanın yolu buradan geçiyor. “Benim dinimden, benim mezhebimden, benim milletimden olmayan bana yabancıdır” diye düşünmek bu topraklara yabancılaşmanın ta kendisidir.