102 yıl önce, 23 Nisan 1920 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) açılması sadece geçmişte yaşanmış güzel bir gün değildir. Aynı zamanda, bugünü anlamak ve geleceği planlamak için gerekli olan tam bağımsız, laik ve demokratik cumhuriyet yapımızın da ilk harcıdır.
Bu harç Atatürk’ün ulusal iradeye olan inanç ve saygısını yansıtmaktadır.
Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı başlatırken, ulusal iradeyi demokratik bir süreç içinde harekete geçirmiştir. Yenilmiş bir orduyu, işgal altında bir ülkeyi, bitmiş tükenmiş bir toplumu tam bağımsız, laik ve demokratik bir geleceğe yönlendirmiştir.
Önce Amasya tamimini yayınlamış, “milletin istiklalini milletin azim ve kararının kurtaracağını” ilan etmiştir. Ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri’ni toplamıştır.
Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin en çarpıcı özelliği, alınan kararların demokratik kurallara uygunluğu ve kurtuluş için Türkiye halkının bireysel inisiyatifini demokratik yöntemlerle harekete geçirme çağrılarıdır.
Bu çağrılar, 23 Nisan 1920 günü TBMM’nin açılmasıyla kurtuluş ve kuruluşun demokratik doğrultusunu belirlemiştir.
***
TBMM ve dayandığı ulusal irade bu yapısıyla, bir askerî zaferin eseri değildir; tam tersine, askerî zafer TBMM’nin eseridir. TBMM’nden önce ne bir devlet ne bir cumhuriyet ne de bir ordu vardır. Devleti de cumhuriyeti de orduyu da TBMM kurmuştur.
Tarihte pek çok ülkede savaşlar, ayaklanmalar, şiddet eylemleri ya da siyasi bunalımlar, demokrasiyi askıya almak, parlamentoyu kapatmak ya da parlamentonun yetkilerini yürütme organına devretmek için gerekçe olarak kullanılmıştır. Günümüz Türkiye’sinde de “beka sorunu” denilerek parlamenter düzenden vazgeçilmiştir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında ise bunun tam tersi olmuştur.
Atatürk, başka birçok ülkede birçok önderin, eğer varsa parlamentoyu kapatmak, yoksa kuruluşunu geciktirmek için yeterli neden sayacağı son derece ağır koşulları, parlamentonun açılmasını çabuklaştırmak için bir gerekçe saymıştır.
Sanırız tarihte parlamenter sistemin, ulusal iradeye saygının ve inancın bu kadar ileri ve içtenlikli bir örneği daha gösterilemez.
***
TBMM’nin açılışıyla gerçekleşen olay, Türkiye’nin kurtuluş ve kuruluş tarihinin yeniden yazılışıdır.
Anımsayalım… Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri mağlup devletlere bir tür esaret antlaşmaları imzalatmışlardır. Almanya Versay, Bulgaristan Neuilly antlaşmalarıyla büyük toprak kayıplarına, ağır tazminat koşullarına ve askersizleşmeye boyun eğdirilmiştir. Avusturya Macaristan İmparatorluğu da Saint Germain antlaşması ile aynı esaret koşullarıyla dörde bölünmüştür.
Osmanlı’ya imzalattırılan Sevr ile de ülke parçalanıp Türk ulusunun Ankara ve Kastamonu vilayetleri ile dolaylarında küçük bir bölgeye hapsedilmesi ve Anadolu’nun Hıristiyanlaştırılması öngörülmüştür.
Ancak Türk ulusu esarete boyun eğmemiş, Atatürk’ün öncülüğünde direnerek Sevr’i tarihin çöp sepetine atmış, Lozan’da Anadolu’da kendi efendisi olacağını dünyaya kabul ettirmiştir.
Buna rağmen kimileri Lozan’ı başarı olarak içselleştirememektedir. Hatta “hezimet” olduğunu dahi söyleyebilmektedir.
Peki kimin başarısızlığı, kimin hezimeti? Yanıtı ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee versin;
“Hemen hemen her konuda Türk ulusal istekleri, Lozan’da müttefikler tarafından kabul edilmiştir. Ve dünya tarihte eşi olmayan bir olayla karsılaşmıştır. Yenilmiş, parçalanmış bir ulusun, bu harabe içinden ayağa kalkması ve dünyanın en büyük ulusları ile tam eşit koşullar içinde karşı karşıya gelmesi ve Büyük Savaşın galiplerini dize getirerek her isteğini kabul ettirmesi şaşılacak bir şeydi...”
Hindistan’ın efsanevi lideri Mahatma Gandi’ye göre, Türk ulusu bu başarısıyla dünyanın umut ışığı olmuştur:
“Türkiye Orduları bir devir kapatmıştır. Şimdi mazlum ve tutsak devletler ve uluslar artık vazgeçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal’in utkusu, dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır.”
Almanlar bu anti-emperyalist başarı nedeniyle bizi kıskanmıştır. 3 Nisan 1922 günlü Suddeutsche Zeitung’tan okuyalım:
“Mustafa Kemal’in Anadolu’daki özgürlük için savaşı, ödülünü aldı. Bunlar biz Almanların Türkleri kıskanmamız gereken başarılarıdır.”
***
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki 1918-1939 yıllarını kapsayan 20 yıllık süreç, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada köklü demokratik rejimlerin birbiri ardına çöktüğü, otoriter ve totaliter rejimlere dönüştüğü karanlık bir dönemdir.
Türkiye ise bu dönemde demokrasi yolunda ilerlemiştir. Fransa’da 1983-1986 yıllarında üniversitelerden sorumlu bakan olan Roger-Gerard Shwartzenberg’in Siyaset Sosyolojisi adlı ders kitabındaki ifadesiyle, TBMM çoğulcu demokrasiye geçişte bir okul işlevi görmüştür.
TBMM’nde alınan kararlarla Osmanlı’nın 600 yıllık hukuk, siyaset, egemenlik kavramları ve kurumları terk edilmiş, yerlerine çağdaş ve demokratik bir anlayışın kavramları ile kurumları benimsenmiştir.
Siyasal egemenlik gökten yere indirilmiş, halife sultandan alınıp millete devredilmiştir.
Toplum üzerinde bir sömürü ve baskı aracı olarak kullanılan hilafet ve saltanat gibi kimi doğaüstü güç kavramları ve kurumları yıkılmış, egemenliğin kaynağı ilahî olmaktan çıkarılarak dünyevi ve insanî bir temele oturtulmuştur.
Bu süreçte yeniden kurulan sadece devlet değildir. Ümmetin yerini millet almış, Osmanlı saltanat düzeninin kulları özgürleştirilerek kadını ve erkeğiyle eşit yurttaş kimliğine kazandırılmıştır.
Arnold Toynbee’nin anlatımıyla bu dönemde Atatürk, “Batı dünyasındaki rönesans, reformasyon, düşünce ve bilim ihtilali, Fransız inkılâbı ve sanayi devrimini bir insan ömrüne sığdırmıştır…”
***
Alman tarihçi Prof. Herbert Melzig ve Fransız siyaset bilimci Gerard Tongas’ın “denenmiş bir felsefe modeli olarak insanlığın hizmetine sunulmasını” önerdikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik karakteri günümüzde bütünüyle tahrip edilmiştir.
Devletin biçimi değişmiştir. Anayasa’da yazılı olmasına karşın uygulamada laiklik rafa kaldırmıştır. Demokratik parlamenter düzen terk edilmiş, teokratik yapılı bir tek adam rejimine geçilmiştir.
Bu rejimde demokrasimiz “çoğunluk yönetimi” olma özelliğini yitirmiştir.
Partili bir Cumhurbaşkanı seçiyoruz. Yürütmeyi tek başına o oluşturuyor. Yargıya egemen oluyor, yasamaya ortak çıkıyor.
Böylece TBMM’nin hem yasama yetkisi kısıtlanmış oluyor hem de yürütmeyi denetim yetkisi sıfırlanıyor.
Bu tahribat sadece Türkiye’nin kaybı değildir. Önceki ABD Başkanlarından Bill Clinton’un sözleriyle dünya da ilham kaynağını yitirmiştir.
Clinton Başkanlık günlerinde George Town Üniversitesi’nde Türkiye kendisini laik ve demokratik bir ülke olarak tanımladığı sürece dünyanın geleceğinin daha iyi şekilleneceğini itiraf etmiştir.
Clinton, Türkiye’yi ziyaretinde TBMM’nde yaptığı konuşmada da laik ve demokrat yapısıyla Türkiye’nin dünyanın ilham kaynağı olacağını belirtmiştir:
“Türkiye'nin geleceği önümüzdeki binyılın ilk yüzyılının şekillenmesinde son derece önemli bir rol oynayacaktır…
(…) Türkiye'nin bu yüzyılda yarattıkları, insanların kendilerine daha güzel bir gelecek hazırlama yolunda yapabileceklerinin canlı bir örneğidir. Önümüzde imtihan edilmemiş yeni bir yüzyıl bulunmaktadır. Bu büyük bir fırsattır.
Bu odada başlayan ve halen yükselmekte olan demokratik devrimi derinleştirerek, Türkiye, vatandaşlarına iyi hizmet etmekten daha da fazlasını yapabilir. Sizin örneğinizle ve sizin çabanızla, Türkiye, dünyanın ilham kaynağı olabilir.”
Bill Clinton’un TBMM’nin önünde itiraf etmek zorundaki kaldığı bu gerçek uluslararası barış ve güvenlik açısından son derece yaşamsaldır. Bölgemizdeki ve dünyadaki milyarlarca insanın geleceği, Türkiye’nin kendisini Atatürk’ün izinde laik ve demokratik bir ülke olarak yeniden ortaya koymasına ve dünya politikasında doğru rolünü eksiksiz oynamasına bağlıdır.