Tarikatlar- cemaatler gündemden hiç düşmüyor. Artık çoğumuz bu yapılarla gündeme gelen herhangi bir meseleyi vaka-i adiyeden sayıyoruz. Toplumsal yaşama, eğitime, sağlığa dair ortaya çıkan hemen her suç tarikat-cemaat meselesiyle birlikte konuşuluyor.
KPSS’de soruların çalındığı anlaşılıyor, ÖSYM başkanı görevden alınıyor. Sonra yerine başka birisi geliyor, adıyla beraber ilk konuşulan İsmailağa Cemaati liderine yağdırdığı övgüler oluyor. Zaten görevden alınan da benzer özelliklere haiz bir şahıs.
Devlet kapısından girebilmek için uzun zamandır iktidara muhalif olmama şartı vardı. Sonra o şart yandaş olmak mecburiyeti olarak değişti. Şimdi gelinen nokta iktidar yandaşı olmanın yanı sıra bir cemaate üye olmak mı?
Eğitim, sağlık, emniyet, bürokrasi gibi her alanda hakimiyetleri olduğu söylenen, toplumsal hayata tamamen egemen olmak isteyen, büyük sermayeleriyle, holdingleriyle ekonomide ciddi bir alan kaplayan bu yapılar bugünlere nasıl geldi? İktidarı İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya mecbur edecek gücü nasıl elde ettiler?
Tarikat-cemaatler tarihsel bir gerçek mi? Bugünün dünyası için bir zorunluluk mu? Ya da büyümeleri, gelişmeleri, palazlanmaları kendi doğal süreçleriyle mi oldu?
Bu soruları bir yazıyla cevaplamak mümkün değil. Ama çeşitli noktalara işaret edebiliriz.
Tarikatların İslam coğrafyasındaki varlıklarını 10. yüzyıla kadar götürmek mümkün. Sözlükte “gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş” anlamındaki “tarikat”, İslam Ansiklopedisi’nde “Allah’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal ve davranış” olarak tanımlanıyor. Ansiklopedide yazılanları saydığımızda üç yüz elli civarı tarikatla karşılaşıyoruz. Çoğu Sünni, ikinci sırada Şii tarikatlar yer alıyor ve bu sınıflandırmaya girmeyen Bektaşilik, Hurûfiyye, Kalenderiyye, Haydariyye, Babaiyye gibi Batıni tarikatlar da var.
Anadolu’da 13. yy’da yoğunlaşan tarikat oluşumlarının kökleri Arap İslam coğrafyasına ve Orta Asya’ya dayanıyor. Çıkış noktalarından ele aldığımızda hepsi yerleşik dine ve mezheplere itirazı bünyelerinde barındırıyorlar. Diğer yandan İslam’ın, mezheplerin yerleşik kurallarını fazlasıyla esnetiyor, sınırlarını genişletiyorlardı. Ancak süreç içerisinde Sünni tarikatların ekseriyeti iktidara doğru yanaşırken, Batıni tarikatlar iktidarın karşısında yer alıyorlardı.
Müslümanlıktaki tasavvuf ve tarikat anlayışı Hristiyanlıktaki gibi yaşamdan kopuk olmadı ve kendisini manastır benzeri yerlere hapsetmedi. Buradan dinin tamamen dünyevileşmesi anlaşılmasın. Demek istediğim İslamiyet içinde tarikatlar toplumun içindeydiler ve örgütlenmeyi esas aldılar. Kaçınılmaz olarak iktidarla pozitif ya da negatif bir ilişki içinde oldular. Örneğin meslek örgütlenmesi olan Ahilik aynı zamanda bir tarikat örgütlenmesidir. Ahilikte önce Bektaşilik ağırlıktadır, ilerleyen dönemde Mevlevilik etkin hale gelmiştir. Yeniçerilerde Bektaşiliğin gücü herkesin malumudur.
Orta Asya’daki eski inançların, İslam coğrafyasındaki Batıniliğin harmanlanmasıyla gelişen Anadolu Aleviliği “halk İslamı”, “halk dini” formu kazanırken, Sünni tarikatlar tarihsel süreç içinde kuruluşlarındaki anlayışlarından uzaklaşarak iktidar bileşeni haline geldiler.
Roma/Bizans’ın yüzyıllardır süren sömürüsünden yorgun düşmüş Anadolu’nun Türklerin hakimiyetine girmesinde, Osmanlı’nın kuruluşunda, Rumeli’nin ilhakında “yüce gönüllü” dervişlerin, abdalların, babaların rolü ortadadır.
Osmanlı’nın devlet haline gelmesi tabii ki Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman dizilerindeki gibi yaşanmadı. Ortodoks İslam’ı dayatarak bu büyüme olanaksızdır. Fakat zaman 14. yüzyıldan 15. yüzyıla doğru ilerlerken, merkezi devlet yapısıyla İslam’ın Sünni yorumu dışında kalan kesimler geri dönülemez olarak karşı karşıya gelmeye başlıyordu. 15. yüzyılda yaşanan Şeyh Bedrettin İsyanı dönüm noktası sayılabilir. Bir diğer dönüm noktası Yavuz ismiyle müsemma 1. Selim dönemidir. Sonrası bitmez katliamlar…
Anadolu’da yaşanan iktisadi temelli halk isyanlarının çoğunluğu Alevi/Bektaşi isyanları olarak görüldü. Selçuklular da Osmanlılar da Alevi/Bektaşi yapılanmalarını “yıkıcı” unsurlar olarak değerlendirdiler ve sürekli baskı ve şiddet politikasına maruz bıraktılar. Sünni tarikatlar ise korundu ve giderek iktidarların bileşeni haline geldiler. Osmanlı sivil-asker bürokratları ve pek çok padişah, Sünni tarikatlara üye oluyorlardı. Devlet içerisinde konumlanan bu yapılanmalar bir süre sonra esnaf, ordu mensuplarının pek çoğunu bünyesine kattı. Bunun bir ileri adımı ise tarikatların yarı resmi kurumlar haline gelmesi oldu. Şeyhler törenlerde ulemanın yanında “Dedegan” ve “Meşayih” olarak yer bulmaya başladılar.
Osmanlı’da ulema, tarikat uyumu 17. yüzyıla kadar sürdü. Duraksayan, aksayan yapıyı iyileştirmek için batıdan esinlenerek ortaya çıkan yeni fikirlere en büyük itiraz ise tarikat yapılanmalarından geliyordu. Ulemanın bir kısmı dünyanın yeni gerçeklerine kulak kabartmaya çalışmış ama tarikatlar bu gerçeklerden daha da uzaklaşmıştır.
Devlet yapısıyla iç içe giren tarikat yapılanmalarının Bektaşilikle olan rekabeti ise yıllar içinde tırmanarak sürdü. En nihayetinde ulemayla ortaklık eden tarikatların çabası sonuç verdi ve Bektaşilik Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasıyla yasaklandı. Bazı Bektaşiler idam edildi, önde gelen birçok isim de sürgüne gönderildi.
Sünni tarikatlar Bektaşiliğin devlet katından uzaklaşması hedefine nail oldular ama kendileri de 17. yüzyıla gelindiğinde cazibelerini kaybettiler. İtiraz ettikleri ıslahat hareketleri bu yapıları kenara itiyordu. Bu durum 2. Abdülhamit’in iktidarıyla tekrar tersine döndü. Sultanın pragmatik İslamcı siyaseti tarikat yapılanmalarının tekrar yükselmesini sağladı. Ama bu dönemden sonra da tarikatlar yeni gelişen fikirlerle kavga etmeyi sürdürdü. Asker, sivil bürokrasi içinde aydınlanmacı, seküler fikirler hızla yayılırken bu yapılar fikri ilerlemenin engellenmesini kendilerine görev edindiler.
Gerici olmaları, tarihsel ve toplumsal ilerlemeye engel olmaya çalışmaları onların toplumsallaşmayacağı anlamına gelmiyordu. Bu dönem fazlasıyla yayıldılar ve siyasette etkin olmaya başladılar. İttihat ve Terakki Partisi Bektaşilerle yakın temas halindeyken; Hürriyet ve İtilaf Partisi Melamilik, padişah ve saray çevresi ise Nakşibendilik, Halvetilik ve Kadirilik gibi tarikatlarla doğrudan işbirliği içindeydi.
Diğer yandan 19. yüzyılda bir düşünce akımı olarak saltanat ve hilafetin kurtuluşunu esas alan ama bunu “İslam milletlerinin kurtuluşu” olarak teorize eden bir fikir akımı olarak ortaya çıkan İslamcılığın, kendisine zemin olarak gördüğü alanların başında, tarikat yapılanmalarını sayabiliriz. Tarikat yapılanmaları bu tarihten sonra Siyasal İslamcılığın çatısı altında değerlendirilmelidir.
Reşat Ekrem Koçu, 20. yüzyıla girerken İstanbul’da çeşitli tarikatların 307 tekkesinin olduğunu yazar. Bu tekkelerden 4’ü Bayrami, 8’i Bedevi, 22’si Celveti, 14’ü Cerrahi, 3’ü Gülşeni, 13’ü Halveti, 57’si Kadiri, 5’i Mevlevi, 65’i Nakşibendi, 35’i Rüfai, 23’ü Sadi, 3’ü Sinani, 23’ü Sünbüli, 25’i Şabani, 3’ü Şazeli ve 4’ü Uşşaki tarikatlarına bağlıdırlar. Anadolu topraklarında da bu yapılanmalar yoğun şekilde yayılmıştır.
Osmanlı’nın dağılması, 1. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı sürecinde Mevleviler ve Bektaşiler dışındaki neredeyse bütün tarikatlar hilafetin, saltanatın ve şeriatın dışındaki her şeyi “sapma” ve “ihanet” olarak görmüşlerdir.
Kurtuluş savaşı yıllarında İstanbul Hükümeti yanlısı pek çok isyan; başka bir alternatifi, yüzyıllardır devletle iç içe yaşamış bu yapıların ülkenin esareti pahasına yok etmeye çalışmasından başka bir şey değildi.
Kısacası tarikatlar kuruluş yıllarında dini tartışmalarla, dinin ve mezheplerin sınırlarını zorlayarak ortaya çıkmış, toplumsallaşmış daha sonra büyük kısmı devletle, egemen yapıyla bütünleşerek büyümüşler, hayatlarını sürdürmüşlerdir. Çürüyen, çözülen imparatorluk tarih sahnesinden çekilirken yeni gelene itiraz etmişler, eskinin kalması için çaba harcamışlardır.
Laiklik fikri, Osmanlı aydınları Fransız Devrimi’nden etkilenmeye başladığından beri gelişiyordu. Fakat bu fikrin rejimin temel bir unsuru olması, Cumhuriyet sonrasında mümkün oldu. Saltanat, sonrasında hilafet kaldırıldı, eğitim ve öğretimdeki tarikat varlığına son verilerek eğitimin birliği sağlandı. Osmanlı hukukunun yerine medeni hukuk, ceza hukuku ve ticaret hukuku getirildi. Tarikatlar, Şeriyye ve Evkaf Vekaleti kaldırıldı, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Latin alfabesi kabul edildi, bir süre sonra “devletin dini İslam’dır” ibaresi anayasadan kaldırıldı. 1937 yılında laiklik anayasaya konuldu.
Kısa zamanda atılan bu adımlar yine kısa süre sonra revize edilmeye, geri alınmaya başladı. Daha Demokrat Parti iktidara gelmeden 1949 yılında okullarda din dersleri okutulmaya, imam hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri açılmaya başlandı.
Laiklik toplumsallaşma imkânını yeterince bulamamışken, Demokrat Parti iktidarı tam tersi yönde adımları hızlandırdı. Emperyalist-kapitalist sistemin “sosyalist tehdide” karşı örgütlediği “Yeşil Kuşak” siyasetinin en önemli sahalarından biri Türkiye’ydi. Dinciliğin yükselmesi, tarikat ve cemaatlerin katlanarak büyümesi ve ülke siyasetinde söz sahibi olması bu politikanın ürünüdür. Fethullah Gülen’in Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin ilk kurucularından olması tesadüf değildir. ABD ile ilişkisi, devlet içinde yıllarca nasıl desteklendiği ise malumdur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kenara itilen, varlıkları kendi ilişkileriyle süren bu yapıların palazlanması için çok özel olanaklar egemenlerce sağlandı. Bu siyasetin sahipleri için bu yapılardan gelecek destek kritikti. Bu bahiste Adnan Menderes ve Demokrat Parti mutlaka zikredilmelidir. Sonrasında AP, ANAP, DYP, MHP, Refah-Fazilet Partileri gibi bütün sağ partiler ve hatta DSP, tarikat-cemaat desteğini hep çok önemsediler. Örneğin Turgut Özal’ın siyasete girerken tarikattan icazet aldığı bilinmektedir.
12 Eylül, İslamcı hareketler ve tarikatlar için çok önemli bir aşama oldu. Darbeden günümüze kadar toplumsal hayatta kapladıkları alan sürekli genişledi. Bununla birlikte devletin el çektirildiği bütün kamusal alanları işgal etmeye başladılar. Bunların başında da eğitim ve sağlık geldi. Özel okullarda ve özel hastanelerdeki tarikat-cemaat varlığı, personel alımından verilen hizmet şeklinin değişmesine, eğitimin dincileştirilmesine ve cemaat kurallarına uyularak başarı elde edilmesine sebep oldu.
Tarikatlar 90’lı yıllarda ama özellikle de AKP iktidarı sonrasında devlet yapısının her kademesine yerleşmeyi başardılar.
Toplumsal hayatta kapladıkları ve sürekli genişleyen ağlarını ise neoliberalizm, yoksulluk, güvencesizlik, bağımlılaştırma gibi başlıklarla birlikte tartışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında tarikatlar-cemaatler, düzenin sürmesi ve selameti için kapitalizmin kullanışlı aparatları olageldiler.
AKP yirmi yılı aşan iktidarında tarikat-cemaat bağlarını her daim güçlü tuttu. Hatta tarihi boyunca kendisini “partiler üstü” bir yerde konumlandıran Gülen Cemaati 2010’lu yıllara geldiğimizde AKP’yle bütünleşti ve doğrudan iktidarın ortağı-sahibi olmayı başardı.
Ülkemizin geride bıraktığı 50 yılda Siyasal İslamcılık üst başlığıyla değerlendirebileceğimiz tarikat-cemaat gerçeği emperyalist siyaset, ülkemiz egemenleri, devlet yapısı ve kontrgerilla siyasetiyle birlikte tartışılmalıdır. Böyle bakıldığında herhalde kimse cemaat meselesine “başarılı bir sızma” hareketi olarak bakmayacaktır. Sızmadan ziyade her nereye girildiyse ardına kadar açık kapılardan girilmiştir. AKP’yle kavgası ve 15 Temmuz Darbe teşebbüsü sebebiyle bu konuda en çok Gülen Cemaati öne çıksa da tarikatların ekseriyetinin büyümesi aynı çerçeveden değerlendirilebilir.
Bugün ülkemizde etkili şekilde toplumsal hayatta olan 30 civarı tarikatın bulunduğu, 2,5 milyon kadar insanın bu tarikatlarla bağlantılı olduğu yazılıp çiziliyor. En faal tarikatlardan Nakşibendilik, Nurculuk, Süleymancılık aynı zamanda çeşitli kollara ayrılmış durumdalar. Örneğin Nurcular 44 ayrı kola ayrılıyor. Gülen Cemaati bunlardan yalnızca biri.
Devletin bütün kurumlarında yapılanmaları var. 10 bin özel okulun üçte biri tarikat ya da cemaatlerden birine bağlı. Yüzbinlerce öğrenci bu cemaat okullarında öğrenim görüyor. Bu “başarıyı” AKP’ye borçlular.
Sağlık alanında Menzilciler’in, Eğitimde Işıkçılar’ın, Bayındırlıkta İskenderpaşacılar’ın, Emniyet’te Hakyolcular’ın, İçişleri’nde Nakşibendiler’in, Ordu’da Süleymancılar’ın, Yargı’da Süleymancılar’ın, Menzilciler’in, Hakyolcular’ın etkin olduğu söyleniyor.[i]
Kabaca göz gezdirdiğimiz bu uzun tarih, bize tarikat-cemaat yapılanmalarının tarihsel ve toplumsal bir gerçek olduğunu söylüyor. Ancak bir başka gerçek bu yapıların bugünlere doğal süreçleriyle gelmediğidir. Siyasal İslamı, tarikatları ve cemaatleri Türkiye’nin rejiminden, emperyalist siyasetten, kontrgerilladan ayrı konuşamayız.
Bugünün dünyasında sistem ve iktidar desteği olmaksızın bu yapıların hızla doğal sınırlarına çekilecekleri, pek çoğunun çözüleceği bir başka gerçektir.
Yaşadığımız bunca tecrübe ise, din istismarının son bulması, insanca bir yaşamın kurulabilmesi için laikliğin tesis edilebilmesinin hayati öneme sahip olduğunu gösteriyor. İhtiyacımız, adından ibaret olan, şimdilerde adından bile pek söz edilmeyen, devlet korumaya “yarayan” laiklik değil. Halkı ve toplumsal yaşamı koruyan bir laiklik.
İsmet Zeki Eyüboğlu “Bütün Yönleriyle Tasavvuf Tarikatlar ve Mezhepler Tarihi” Derin Yayınları
Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1958