Elektrikten doğalgaza, akaryakıttan gıdanın her türüne toplu istila gibi yağan zam yağmurunun başka ülkelerde olsa toplu istifaya götüreceğini düşünüp şansımıza mı küselim?
Tükettiği kadar üretmeyen ve üretmesi de önlenen ülkemizin paralı ve pahalı yollara harcadığı milyon dolarlara, değerlerimizin yok edilişine, değerlilerimizin bu gidişata dayanamayarak ardı ardına gidişine mi üzülelim?
Haftada 2 kere süt alanın artık hiç alamadığını, tüketimde büyük düşüşün gözlendiğini, süt hayvanlarının kesime gittiğini, buğday ithalatı için yine ve yeniden ihale açıldığını duydukça! Yoksulluk kara yazgımız deyip kaderimize mi yanalım?
Verimli tarım arazilerini ranta kurban etmeden, ekilen arazi miktarında büyük düşüş yaşanmadan önce kaybedenin işsizler emekçiler olduğunu keşke görebilseydik, keşke görebilselerdi deyip derin ah’lar mı çekelim?
Salgın hastalıkların, ekonomik krizlerin, savaşların, göçlerin, işsizliğin tetiklediği antidepresanlara sığınma oranını gördükçe dehşete mi kapılalım?
Kadın öldürmeyi toplumsal ve geleneksel kültürün gereği gibi algılayarak büyütülen ve büyüyen erkeklerin sevdiğini öldürme, bıçakla kesme, pencereden itme, halatla boğma, kezzapla yakma gibi yöntemlerini incelenmeye değer mi bulalım?
Sorunu çözmeyi sorunu oluşturanı ortadan kaldırmak gibi algılayan erkeklerin sayısının artmasına mı yanalım?
Her gün birini andığımız, her an biri için endişelendiğimiz, her an biri için ağladığımız, her daim hepimiz için korktuğumuz kadın kıyımında sessiz, sakin, durarak işi oluruna ve yasaların insafına mı (insafsızlığına mı demeliydim?) bırakanların ilgisizliğine mi kızalım?
Farklı dönemlerde yaşamalarına rağmen; tanıdık duygularda, değerlere duyulan ortak özlemlerde buluşan, bu arada hem çile çeken, hem de çileden çıkan kadınların bitip tükenmez ortak yazgısına mı şaşalım?
Yaşama tutunmaya çalışırken, içinde kopan fırtınaları bazen susarak, bazen konuşarak, bazen haykırarak ortaya koyan kadınların dünden bugüne, doğudan batıya daha güzel, daha adil, daha eşitlikçi, daha sevgi dolu bir dünya özlemini hak etmediğini mi soralım?
Gençlerin haykırışları, kadınların fısıltıları artık duyulsun mu diyelim? Yoksa tümünden vazgeçip bizim yapamadıklarımızı yaşama geçirirken bizi kıskanmayı da ihmal etmeyen batının bu ilginç ruh haline mi şaşıralım?
“Zafer anıtımızdır, gururumuzdur, dünyaya örnek olacaktır, tarihe damga vuracaktır!” diye diye açılan ve yolcuların ölüm orucuna yatar gibi kartonların üstünde, bagaj bandında yatmalarına neden olan ve İstanbul’un dünyayla irtibatını kesen hava limanının bazılarınca hala kıskanılmasına mı hayret edelim?
Uzmanların; “Hava akımına açık olduğu için sadece kar değil, sis de o bölgenin sorunu, doğayla inatlaşıp hava limanı yapmayın!” önerisine rağmen 22 milyar Avro harcanarak yapılan İstanbul hava limanının başına gelenlere mi bakalım?
Uçakların inip kalkamadığı, metrosu olmayan, çevresinde otel bulunmayan, öve öve bitiremediğimiz İstanbul havaalanında! Aprondan limana taşınamayan, bavullarını alamayan, uyumaları için karton dağıtılan yolcular 40 saat mahsur kaldığında sergilenen yönetim dehasını mı alkışlayalım? Yoksa böyle bir yönetim biçimi olmaz, olamıyor zaten mi diyelim?
Doğal felaketlerden siyası rant çıkarmayı alışkanlık haline getiren her düzeydeki yönetim erbabının ortak paydasına mı dikkat çekelim?
Yoksa hava alanının çöken çatısına, hayatın her gün pahalılaşmasına, ekmek kuyruklarının uzadıkça uzamasına, enerjide bağımlılığın giderek artmasına, halkın her geçen gün biraz daha yoksullaşmasına mı isyan edelim?
Bilemedim. Bildiğim o ki sonuçta yönetim kabiliyeti her düzeyde bilim, akıl, mantık, yetenek, yeterlilik, nitelik, düzey, gönül, bakış, deneyim, istek işi. İyisi mi keşke sıralananları önemseyen, sorunlarla ilgilenenlerin sayısı artsa deyip nokta koyalım…