Türkiye ekonomisinin çizdiği rota ve bu rotanın başarısına yönelik değerlendirmeler, Türkiye siyasetinde ve kamuoyunda tarafları karşı karşıya getirebilen ateşli bir konu. Bu tartışma, hem iktidar-muhalefet cenahları arasında hem de muhalefet partileri arasında kamplaşma hatlarını belirgin hale getiriyor.
Partizanlığın bakış açısını belirlediği bu konularda bilhassa iktidar yandaşları kendi dönemlerinin iyi gittiğini savunurken, iktidar öncesi dönemin kötü yönetildiği argümanını öne sürme eğiliminde. Muhalefet tarafı için ise tersi geçerli.
Ekonominin dönemsel olarak ne derece iyi ya da kötü yönetildiğini anlamak adına Türkiye ekonomisinin dünyadaki yerini incelemek, ülke ekonomisinde gidişatın ne derece olumlu veya olumsuz nitelik taşıdığına dair değerlendirmeler yapmak için en objektif yaklaşımlardan biri.
IMF tıpkı Dünya Bankası gibi ekonomik verileri, küresel, bölgesel ve ülke düzeyinde düzenli aralıklarla takip ediyor. IMF’nin avantajı daha güncel olması. Bu sayede 2022 verilerine ulaşmak da mümkün.
Türkiye 1980’den bu yana ülke ekonomisini küresel piyasalara entegre ederek büyütme ve halkın refahını büyüme anlayışıyla artırma stratejisi izleyen bir ülke olageldi. İthal ikameci anlayışı terk edip açık ekonomiye yönelen Türkiye, 2001 krizine dek sendeleyen bir görüntü çizdi.
1980 darbesinden sonra Washington Konsensüsü çerçevesinde neoliberal ekonomiye geçiş aşamasında olan Türkiye sendeleyen bir görüntü çizmişti. SSCB’nin çöküşüyle açılım fırsatı bulan Türkiye ekonomisi, Evren sonrası ve DYP-SHP koalisyonu döneminde dünya ekonomisindeki payını artırmaya başladı.
Ancak bu pozitif trend 1994 krizine kadar sürdü. Tansu Çiller’in tartışmalı kararlarıyla ortaya çıkan krizle birlikte Türkiye ekonomik daralma yaşarken, buna paralel olarak Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisindeki payı da düştü. 1993 yılında %0.95 olarak ölçülen pay, sadece bir yılda %33 düşüşle %0.64’e geriledi. Ayrıca Türkiye kronik enflasyon sorunuyla da yüzleşti.
1994 krizinden sonra yeniden toparlanan Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisinden aldığı pay %0.87’yi görse de 2001 ekonomik krizi Türkiye’nin dünya ekonomisinden aldığı payın tarihin en düşük seviyesine gerilemesine yol açtı. Türkiye siyasi ve ekonomik tarihini değiştiren bu krizde Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisinden aldığı pay %0.60’a kadar geriledi.
Kurumsal regülasyonun ve mali-finansal disiplinin önemini gözardı eden Washington Konsensüsü yerine siyaset ve ekonomik elitlerin karşısında bağımsız ve denetleyici bürokratik kurumların inşasını öngören post-Washington Konsensüsü anlayışına geçiş yapan Türkiye, 3’lü koalisyon ve AK Parti’nin ilk döneminde hem bu anlayışa hem de AB reformlarına sıkı bağlı politikalar izledi. Bu sayede 1980’den beri hiç görülmeyen bir ekonomik büyüme yaşandı.
2001 krizinden sonra acı reçeteyi uygulayan ve kurumsal anlayışla mali-finansal disiplin anlayışını izleyen Türkiye’nin ekonomik büyüme başarısı dünya ekonomisinden aldığı payın rekor bir şekilde artmasıyla ortaya çıkıyor. 2001-2007 arasında %100 artan pay oranı, %0.60’tan %1.20’ye ulaştı. 2008 krizinin etkisiyle kesintiye giren bu pozitif trend 2013’te %1.24 ile zirve yaptı.
Fakat 2010’lu yıllarda Türkiye ekonomisi adeta hızla çakılıp başladığı yere geri dönen bir görüntü çizdi. 2008 küresel krizi Batı’nın ekonomik hegemonyasını sarsarken, Türkiye gibi Erdoğan tipi bölgesel güç olma hırsına sahip popülist liderlerle yönetilen ülkeler, ekonomide kurumsal bağımsızlık anlayışını terk ederek, devlet elitinin bizzat ekonomiyi yönlendirebildiği ve iktidarını bu sayede gelen ekonomik büyümeyle sağlamlaştırdığı üretim ve ihracata dayalı Çin modeline öykündüler.
Fakat bu vazgeçiş kararı aynı zamanda istikrarsızlık ve güven kaybı anlamına geliyordu. Halihazırda dış ticaret açığı ve finansman açığı bulunan, bu açığı kapatacak ihraç kalemlerinden ise yoksun olan Türkiye için bu kararın maliyeti çok ağır oldu.
Merkez Bankası bağımsızlığı ortadan kaldırılırken, düşük faiz bol kredi ve düşük TL anlayışıyla inşaat sektörünün ve ihracatçı KOBİ’lerin önü açıldı. Aynı zamanda Türkiye siyasal istikrarsızlıklarla beraber sık sık seçime gitti, kamu kaynaklarının neredeyse israf düzeyinde dağıtımına dayanan seçim ekonomisi Türkiye ekonomisinin normuna dönüştü. Kurumsal bağımsızlıkla birlikte mali bütçe ve finans disiplini anlayışı ortadan kalktı. Katma değerli üretim konusunda beklenen ilerleme sağlanamazken, dış yatırımlar neredeyse tükenme noktasına geldi.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte hesap verilebilirlik, şeffaflık, denetim gibi ilkeler tamamen aşınırken, Erdoğan’ın düşük faiz ısrarı 2018 ve 2021 kur şoklarını beraberinde getirdi. Türkiye yeniden enflasyon sorunu yaşamaya başlarken, ekonomik refah hızla daraldı.
Sonuç olarak Türkiye’nin dünya ekonomisinden aldığı pay neredeyse %50 küçüldü. 2013 yılında %1.24 olan pay oranı, 2022’de %0.67’ye geriledi. Bu rakam 2001’den beri en kötüsü. 1980-2022 döneminin ise en düşük 3. rakamı.