Aslında daha uzun bir yazıyı hak ediyor bu konu. Siyasete ve topluma yaklaşırken kullandığımız kaba kavramsallaştırmaları bir köşe yazısında ele almak ve bunu hakkıyla eleştirmek oldukça zor. Ama yine de bir şeyler yazmak lazım çünkü seçimlere yaklaşıyoruz ve önümüzdeki günlerde siyasi rekabet içinde içindeki partilerin ve destekçilerinin birbirlerini olabilecek en vülger biçimde yaftaladıklarına şahit olacağız.
Burada sadece iktidar ve muhalefet arasındaki bir meseleden bahsetmiyorum. Muhtemelen muhalefetin içindeki rekabet de kendisini bu şekilde ortaya koyacak.
Yaftalama kültürü demokrasinin geriye doğru gidişinin en önemli göstergelerinden birisi. Kaufman ve Haggard demokrasilerin otoriter yönetimlere evrildiği vakaları inceledikleri son kitaplarında bu konuyu özellikle ele alıyorlar. Onlara göre, rekabetçi bir demokrasiyi zehirleyen en önemli alışkanlık partilerin birbirlerinin meşruluklarını kabul etmemeleri ve birbirlerini muhatap almamaları.
Aslında 2002 senesinden bu yana biz bu durumu iliklerimize kadar hissediyoruz. Zira AKP’nin kendisini biricikleştirmesi ve kutsal bir kavramın arkasına gizlenerek sistemdeki diğer aktörleri gayri meşru ilan etmesi yeni bir durum değil. Bu hep oldu. AKP’nin ülkeyi demokratikleştirdiği iddia edilen zamanlarda bile aslında bu tutumun demokrasinin altını oyduğunu iddia edebiliriz.
Peki bu süreç nasıl işliyor? Yani diğer aktörleri meşru muhataplar olarak kabul etmemeyi otoriter partiler nasıl açıklıyorlar? Bunu yapabilmek için, otoriter partinin kendisini biricik kabul etmesi ve savunduğu prensipleri bir ahlak ile özdeşleştirmesi gerekiyor.
Böylece, kendisini bir ahlaki mesajın bekçisi diğerlerini de yozlaşmış aktörler olarak görebiliyorlar. Mesela popülist partiler için diğer partileri muhatap almak ahlaki bir soruna işaret ediyor çünkü onlar halkın iradesini temsil ettiklerini düşündükleri için politikalarını müzakereye açmayı halkın iradesine bir ihanet olarak görüyorlar.
Bu durum, toplumsal kutuplaşmayı arttırıyor ve insanların hayatı gri zeminlere yer bırakmayacak şekilde, melek-şeytan ikilemine sıkıştırarak okumasına sebep oluyor. Bu sayede, kamu politikaları sürekli olarak bir kesimin dışlandığı ve kendisini mağlup hissettiği sonuçlar üretiyor.
Bu politikaların oluşturulma ve uygulanma sürecine de özellikle dikkat edilmeli. Zira, otoriter yönetim için tercih ettiği politika ile sahip çıkmaya çalıştığı ahlak arasında bir ilişki var. Dolayısıyla, kendi kararlarına itiraz edilmesinin ahlaki bir sorun yarattığını, ahlaki açıdan tatmin olmak içinse bu politikanın canı gönülden desteklenmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Bu da, her ne kadar uygulanan politikanın rasyonel eksikleri ve kusurları bulunsa da, zaten bunları ifade eden kişiler ontolojik olarak ahlaksız olarak yaftalandığı için gündeme gelmiyor ve kamusal tartışmanın bir parçası olamıyor. Kamusal tartışma, bir politikanın teknik ve rasyonel açıdan ele alındığı farklı görüşlerin mekanı olmaktan çıkıyor, farklı ahlaki sloganların havada uçuştuğu, hamaset ve duygusallık kokan bir noktaya evriliyor.
Bu oyunu ise elbette daha kalabalık olan kazanıyor. Daha kalabalık olmanın yolu ise ötekileri olabildiğince gayrı meşru ilan etmekten, yaftalamaktan ve yozlaşmış sıfatlarla eşleştirmekten geçiyor.
Türkiye hikayesi de böyle gerçekleşmedi mi? AKP’nin ülkemizi demokrasiye taşıyacak biricik aktör olduğu zamanları hatırlayalım. Hükümetin uyguladığı politikaları eleştiren her aktöre hızlı bir şekilde, vesayetçi veya darbeci denildiğini hala hatırlıyoruz. Uzunca bir süre ülkenin neresinden bakarsanız %40’ının darbeci ve demokrasi düşmanı azgın azınlık olarak tanımlandığı, ve elbette ki AKP seçmeninin de demokrasiye gönül vermiş makul Anadolu halkı olarak resmedildiği, bir dönem yaşadık. Bu alışkanlık, AKP’nin sığındığı kutsal kavramlar değişse de sabit kaldı.
Çözüm sürecinde, anaların ağlamasını istemeyen hümanistler ile kan emici vampirler, 7 Haziran sonrasında başlayan süreçte ise beka için canını verebilecek serdengeçtiler ile işbirlikçi vatan hainleri arasında bir dikotomi kuruldu. AKP için önemli olan ahlaki bir tutarlılığa sahip olmak değil, bir ahlaka sığınarak siyaset sahnesindeki rakiplerini meşru muhataplar olarak görmeyi reddedebilmekti. Bunu başardı.
Öte yandan, otoriter rejimler, muhalefetin parçalı olduğu demokratik sistemlerde iktidarlarını daha kolay pekiştirebiliyorlar. Zira muhalefetin bir araya gelmesi ve ortak bir siyasi pozisyon belirlemeleri çok zor. Kimliksel ve ideolojik farklılıkları aşabilmek, ancak partilerin müzakereye daha meyilli, dolayısıyla kendi ahlaki prensiplerine daha az bağlı olmalarıyla mümkün oluyor.
Bunu başarmak zor olsa da otoriter yönetime karşı en etkili yollardan birisinin bu yöntem olduğunu düşünüyorum. Çünkü iktidarın vatan haini, darbeci veya kan emici vampir gibi ithamlarına karşı muhalefetin kendisini karşı ahlaki argümanlarla izah etmesi yerine, kamu politikasının niteliği, maliyeti ve olası sonuçlarını gündeme taşıması hem kendi aralarındaki birliği sağlayabilir hem de hükümetin kurduğu yapay karşıtlık tuzağına düşmeyi engelleyebilir.
Son 2 senedir, Türkiye muhalefetinin yolsuzluk, yönetim beceriksizliği, kayırmacılık, AKP elitlerinin lüks yaşamı ve ekonomik başarısızlık üzerine kurdukları söylem bu yüzden son derece etkili oldu ve hem kendi aralarında birliği muhafaza edebildiler hem de ciddi bir iktidar alternatifi olduklarının sinyalini vererek hükümet oylarının erimesine vesile oldular.
Mamafih, durum değişiyor. Artık ahlaki söylem üzerinden kurduğu siyasetin alıcısı iyice düşmüş bir iktidar bloku var. Dolar 13 TL iken veya bir simidin fiyatı 4 TL olmuşken, insanlar işsiz bir şekilde enflasyonla boğuşurken kimse hamasi nutuklar dinleyerek ve kurgusal bir ahlaki tartışmanın heyecanıyla oy kullanmak istemiyor.
Ancak bu iyiye mi yoksa kötüye mi işaret bilmiyorum çünkü Cumhur İttifakı’ndaki düşüş muhalefet partilerinin de kendi aralarındaki uyumu zayıflatıyor gibi görünüyor. Her durumda mağlup edilebilecek bir AKP’nin veya herhangi bir adayla kazanılabilecek bir seçimin varlığı daha az disiplinli olmaya ve ittifak partilerini daha az teknik konuşmaya, daha fazla ideoloji ve kimlik savunusu yapmaya itiyor.
Diğer bir ifadeyle, bahsettiğim kaba kavramsallaştırmalar, yaftalamalar bu sayede iktidar ile muhalefet arasında yaşanan bir mesele olmaktan çıkıyor ve muhalefet partileri arasında yaşanan bir gerilime dönüşüyor. Kendisine yer açmak isteyen bir aday, alternatiflerini hızlı bir şekilde yaftalamaktan geri durmuyor. Bunu yaparken de, bu aktörlerin en marjinal karakterini seçip onun üzerinden söylem üretebiliyorlar.
Kimisi sosyal medyadan, kimisi rakip gördüğü partinin Erzurum Hınıs ilçe teşkilatından bir üyeden seçip çıkardığı söylemlerle kendisini meşru, diğer aktörleri gayri meşru ilan edebiliyor. Bu yaftalama kültürü bitmiyor ve siyasetin bir yöntemi olarak bütün enerjisiyle yaşıyor.
Herkesin kendisini makul ve meşru göstermek için ötekini marjinal bir noktaya iterek tanımlamaya çalışması demokratik rekabeti de zehirliyor muhalefetin biraradalığını da. O yüzden AKP’den kurtulmak için öncelikli olarak AKP’nin ülkemize kazandırdığı bu yaftalama, linç ettirme, marjinalize etme kültüründen kurtulmak ve gri zeminleri genişleterek siyaset kurmayı öğrenmemiz gerekiyor. Aksi takdirde AKP’nin vücudundan çıkan ruhun yeni bedenlere girmeyeceğinin hiçbir garantisi olamaz.