Bugünlerde gündeme dalıp, toplumsal gerilimi görünce; Bagajda daha ne gibi angajmanlar olduğunu merak etmemek, gergin, kaygılı, sıkıntılı, mutsuz, umutsuz, sinir küpü olmamak, uykusuz kalmamak, moralleri bozmamak, yatıştırıcı almamak, kâbuslarla uyanmamak mümkün değil. Kaybolan anılar, öldürülen kadınlar, katledilen hayvanlar, kurumuş göller, adım atılamaz duruma gelen denizler, selin geride bıraktığı acı, yıkım, gözyaşı, hüsran, hayal kırıklığı, beylik sözler, durup dururken avazı çıktığı kadar bağıran yetkililer, Afganistan’da uyku kaçıran gelişmeler, maganda kurşunlarıyla hayatı bitenler derken liste uzar gider…
Bitmedi biter mi? Bu mahalle bizden sorulur diyenler, partim, kabinem, bakanım, genel müdürüm, rektörüm deyip üst perdeden sahiplenenler! Ani yükselişin neden olduğu baş dönmesine tutularak önüne geleni küçümseyenler, yaftalayanlar, anılarımızın üzerinden dozerle geçenler! Hayli kabarık ve karanlık sicillerine rağmen subaşlarını tutanlar! Bir yerlere atandığını sabaha doğru çıkan kararnamelerle öğrenenler! Hepsi iyi hoş da! Uygar dünyada yok öyle kendini dünyanın merkezine koymak. Öyle değil o…
Sözü buraya getirmişken soralım! Keskin virajların, ciddi savrulmaların yaşandığı aile ortamında büyüyen çocuklara! Boğazlarını sıkan düğümle yaşamaya çalışan gençlere! Çocukluklarında aldıkları yarayla yaşam boyu iyileşmenin yollarını arayan yetişkinlere! Huzuru olmayan ailelerin tarifsiz hüznünün egemen olduğu toplumda yaşamaya çalışanlara! Elektrik faturasını ödeyemeyen 2.1 milyon ailenin yaşadıklarına! İncinen çoğunluğun yaşam savaşı verdiği coğrafyalarda yaşayanlara! Hakça ve eşit davranılmış mıdır? Bilmiyorum!
Bildiğim o ki madalyonun güncel ve zorlayan diğer yüzüne bakınca! Önümüze ilk çıkanlardan Mark Twain der ki; “Politikacının hayatının yarısı seçmeni, öbür yarısı birbirini aldatmakla geçer.” Bu sözden yola çıkarak gelelim ülkemize! Genel başkanlar söyler de olmaz mı? Akan sular durmaz mı? Hatta donmaz mı? Tereciye tere satılır mı? Hele de baş terecilere hiç satılmayacağı bilinmez mi?
Hele de siyasi iklimde hesaplı, kitaplı, sistemli, örgütlü, bilinçli öyle adımlar vardır ki bu anlamda ülkemizin eline kimse su dökemez! Çünkü bu adımlar; göze girmek, koltuk kapmak, mevki makam sahibi olmak, siyaset merdivenlerini hızlı tırmanmak, işin başındakilerin dikkatini çekmek, onlara “beni görün, bakın size ne kadar bağlıyım!” mesajları vermek için atılır ve sonuçta da maksada ulaşılır…
Şimdi soruları sütuna yatırarak ilerlersek! Böylesine savurganlık, israf, yolsuzluk, sorumsuzluk, kuralsızlık, ben ne dersem o, yakınları koruyup kollama, adam kayırma, liyakati yok sayma daha önce bu kadar yaygın mıydı?
Böylesine çaresizlik, korku, zillet, utanç, şiddet, baskı tehdit, gasp, darp, cinayet, panik, umutsuzluk, mala çökme(!), emanete hıyanet etme, çalıp çırpma, yetim hakkına göz dikme, el koyma, inkâr etme, yalana sığınma, gizli kapaklı anlaşmalarla ciddiyetten uzak, inanılırlığı, güvenilirliği zedeleyen adımlar atma kurumları yıpratma daha önceleri de bu kadar çok muydu?
Doğrusu yaşamın en zor yüzüyle karşılaştığımız bu sorulara yanıt vermek kolay değil. “Okuduk ama okutamadık!” diye yakınan ve yıllardır atama bekleyen öğretmenlere! Usul erkân bilmeyen, ama her konuda konuşanlara, nihai sorum şudur. Ortam bu kadar gerginken toplumsal iklimi zehirleyecek bir dil kullanmakta neden ısrar ediliyor? Tüketici güveni en düşük ülkeler arasında sadece Türkiye ve Güney Afrika’nın barajın altında kalması nasıl izah ediliyor?
Soruların cevabını işin uzmanlarını havale etmeden önce demem o ki; Değişen bir şey yok! Resim aynı. Toplumların ve ülkelerin yazgısı kimsenin umurunda değil. Dünya tarihinden birkaç istisna, bizim tarihimizden Büyük Atatürk hariç hiç olmadı ve olmayacak…
Kutlama notu: Savaşlardan çok çekmiş, hala da başı dertte olan bir ulus olarak 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde barışı dilemek en çok da; “Yurtta barış, dünyada barış” diyen bir liderin ülkesine yakışır. Barışın tüm dünyaya egemen olmasını bir değil, iki değil, bin kez diliyorum Çünkü kucaklayan, saran, kavrayan seslere tüm coğrafyalarda çok ihtiyaç var…
Üzgünüm! Sanatın tüm yollarını koşan, her dalında kendini kanıtlayan, el attığı her adımda kalemi ve kelamıyla ekol olan, okul olan, yazar, yönetmen, yapımcı Ferhan Şensoy yok artık! Onu tüm oyunlarıyla anacağız, arayacağız, özleyeceğiz. Hele de “Dur konuşma! Sus söyleme!” adlı oyundaki yürekli göndermeleri tam da günümüzü yansıtırken. Işıklar içinde yatsın… “Gittikçe artıyor yalnızlığımız!”