Bu yazı geren, üzen, yoran gündemden biraz uzaklaşmak ve verilen bir sözün arkasında durmak için kaleme alındı. Yazarlık derslerine girdiğim öğrencilerim sınıfta altını çizdiğim konuları, not almadıkları için, daha doğrusu hazıra konmayı yeğledikleri (!) için ısrarla köşemde yayınlamamı istediler. Geleceğin yazarlarına hayır diyemedim, okurlarımın hoşgörüsüne sığınarak paylaşıyorum…
Ayrıca “İnsan alacaksa kitap almalı, satacaksa kitap satmalı!” sözünden yola çıkarak, kitabın okumanın yararını fonda tutarak ve sorumlu yazarlık(!) gereği gelen iletileri, “bu konuya da değinseniz!” ricalarına kayıtsız kalamayarak bu satırları hem özeleştiri, hem de övünme(!) saymanızı diliyorum…
Bilindiği gibi kalemi belli, söylemi belli, düşüncesi belli, duruşu belli ve net olan yazarlar olduğu gibi nabza göre şerbet veren, rüzgâra göre yön değiştiren, “gelene ağam gidene paşam!” diyenler de çoktur…
Bazen bir yazınız çıkar! Akla hayale gelmedik yergiler yağar! İki ara bir derede kalırsınız. Bazen bir yazınız çıkar ayağı yerden kesen övgüler alır, yola devam dersiniz!
Sözü buraya getirmişken, kişisel bir şey anlatmak, lise yıllarıma ait bir anımı paylaşmak için çoook eskilere, başka bir yere, başka bir zamana giderek, burnumda tüten memleketime uzanarak bir parantez açmalıyım! (Kars’a, çocukluk ve gençlik yıllarıma ait tüm anılar belleğimde her daim capcanlı durduğu için, yüreğimin toplumsal güzellikler müzesinin en orta yerinde tazeliğini koruduğu için, her fırsatta dokunmak istiyor, durumdan vazife çıkarmaya çalışıyorum. Doğup büyüdüğü yeri yazılarına ve kitaplarına konu yapmış biri olarak içimin ne kadar dolduğunu da gözlerim ve sözlerim sıkça söylüyor zaten!)
Lisedeyiz. Edebiyat öğretmenimiz İbrahim Atlıhan, sınıfımıza “Bir duvar gazetesi çıkarmalısınız!” diyor. Herkesten önce parmak kaldırıp, gazetenin yayın yönetmeni oluyorum! İlk sayıda da Necati Cumalı’yı tanıtıyorum. Gazete okul duvarına asılıyor, hocalarım ve arkadaşlarım beni kutluyor, her ay çıkan “Kars Lisesi’nden Haberler” böylece yayın hayatına merhaba diyor. Yıllar sonra üniversitede tez konusu olarak “Çağdaş Türk Tiyatrosu ve Necati Cumalı”yı seçmemin ilk adımlarını lise yıllarımda atmış olmam, yüreğime edebiyat ve yazarlık aşkının tohumlarının teeee lise sıralarında ekildiğinin işareti olmasın!
Sık sık sorulan sorudur! Neden yazıyorsunuz, ya da ne değişiyor diye! Bu sorunun yanıtı ya yok ya da çok. Çünkü yazmak sanat için olabilir, şöhret için, para kazanmak için, kendine engel olamadığın için, sorumluluk duygusuyla olur. Ya da kafanın içindeki sesler, iç sesin yaz dediği için, cesaret yerlerde sürünürken “Yazmalısın!” diyenler arttığı için, yazmazsanız uykularınız kaçacak diye olur, olur da olur yani…
Hani kendinle yarışmak diye bir tanım vardır. Sanki kitapseverler için ve onlara söylenmiş gibi. Kendimden yola çıkarsam; hayatımda yazılar, kitaplar, okumalar, araştırmalar, yazmalar, konuşmalar, not almalar, paylaşmalar, söyleşiler, anlatmalar hep en ön sırada yer aldı ve vazgeçilmezim oldu. Demek ki özveriyle, çabayla, kazıya kazıya gelmişim bu noktaya. Bu süreçte hep şu soruyu sordum “Bu badireyi aşmaya var mısın?” Varım derken pusulam ve yol haritam belli idi; öncelikle Büyük Atatürk’ün her daim parlayan ışığı, ikincisi kitapların büyülü dünyası…
Bugüne gelirsem! Yazmak 1980’den beri düzenli olarak hayatımın bir parçası! 1995 yılında Atatürk konulu yarışmada aldığım Türkiye birinciliği ise hayatımda hem motivasyon hem de onur olarak çok özel bir yer tutar.
Halen araştırmak, yazmak, okumak, notlar çıkarmak, konuşmalara davet edilmek, eğitimler ve konferanslar vermek gibi çok sevdiğim işleri yapıyorum. Etkili iletişim gibi, yaratıcı yazarlık gibi, insan ilişkileri gibi başlıklar taşıyan eğitimlerde buluştuğum, bazıları eğitimlerden, bazıları okullardan, bazıları eski yıllardan gelen farklı öğrencilerimle yüz yüze, sıkı okurlarımla yazılarım aracılığıyla buluşuyorum…
Yazmayı da konuşmayı da çocukluk ve gençlik hayalimin gerçekleşmesi, zaman zaman aldığım ödülleri ise emeğimin taçlandırılması olarak görüyorum. O nedenle ne zaman konuşmaya çağırılsam; “Gelir misin?” diye sorduklarında, kilometre hesabı yapmadan; “Gelmem mi?” diye cevap veririm. (Tanıklarım çoktur…)
Yazmayı, konuşmayı, kısaca edebiyatı besleyen sofraları unutmamanın, yol arayışına birlikte çıkılan yol arkadaşlarını aramanın, zamanın ötesinden seslenen cesur sesleri önemsemenin gerekli olduğunu düşünenlerdenim…
Yine yazarlıkta olsun, eğitimcilikte olsun morali yüksek tutmanın en önemli yolunun yalnız kalmamak olduğunu, çok kolay olmasa da iyi arkadaşlar, iyi dostlarla bir arada olmanın, dayanışmanın, yalnız değilsiniz demek olduğunu bilirim. Ayrıca bu konuda kendini şanslı sayanlardanım. Yakın çevremle, okurlarımla, öğrencilerimle, dostlarımla iletişimim gerçekten içten, sıcak ve yazınsal üretimimi sürdürecek kadar güçlü bana göre! (Bunu sık sık dile getirenlerin yalancısıyım!)
Demem o ki; Yazınsal atletizmde, konuşma liginde, yazarlık sahasında bütün rekorları kıran, bütün kupaları toplayan, yıllara ve yollara meydan okuyan yazarları, şairleri hatırlayınca! Falih Rıfkı’dan Tevfik Fikret’e, Nazım Hikmet’ten, Sait Faik’e, Reşat Nuri’den Sabahattin Ali’ye, Aziz Nesin’den Kemal Tahir’e! Tolstoy’dan, Dostoyevski’ye, Çehov’dan Maksim Gorki’ye, Victor Hugo’dan Emile Zola’ya, Sartre’dan P. Neruda’ya kadar…
Saydığım sayamadığım ancak yazarlık serüvenime katkı sunanlar sanki hep bir ağızdan bana; “Yapabilirsin, yazabilirsin, denemelisin!” diye bakıyor, bekliyor, dürtüyorlar. Bu güçlü koro karşısında ne yapsaydım? Ya da geçmişimizi aydınlatan değerlere, geleceğimizi karartan büyüklere bakınca başka ne yapabilirdim? Siz söyleyin lütfen…
Yazarın Notu: Biraz dinlenme vakti, birkaç yazılık izin rica ediyorum…