Yoksulluk derinleşiyor. Yoksulluk, fiziken bedenen ve ruhen hissedilen bir durum olduğu için hangi siyasi görüşe sahip olursanız olun bu değişmiyor. Kapınızın önüne bırakılan elektrik faturası, oğlunuza, kızınıza söz verdiğiniz ayakkabıyı bu ayda alamamanız, ev sahibinin size evden çıkmanız için süre vermesi, önümüzdeki yaz gitmeyi planladığınız tatili ertelemeniz… Bir gece sokakta beş parasız çocuğunuzla ortada kaldığınız zaman arayabileceğiniz bir yerin, bir kurumun aklınıza gelmemesi.
Bir akşam evde aç kaldığınızda, sobanızın borusu olmadığı için ısınamadığınızda, çocuğunuz okula aç gittiğinde, bir gün işten çıkartıldığınızı duyduğunuz da, bir sabah okulu bırakıp çalışmaya karar verdiğinizde, hayatınızın ertesi günlerinde başlayan bu anlardan biri belki de yoksulluğunuzu kalıcı hale getirecek.
Patates, soğan kuyruğu, ekmek kuyruğu ve sonunda yokluk/yoksunluk sizi “askıda ne var” arayışına kadar götürecek. Diğer yanda ise bu durum karşısında bir çözüm bir politika üretmesini bekledikleriniz duymak istediğiniz sözlerin yerine size bu durumunuzun bir “güvenlik”, “bir vatan savunması” sorunu olduğunu ve sizden de böyle bakmanızı isteyerek üzerinizde baskı kuruyor.
Hatta o kadar ileri gidiyorlar ki kendileri yoksulluk yaşamasa da sizin adınıza “menüler”, küçük porsiyonlar, yarım simitler öneriyorlar.
Bütün bunlar işe yaramadığında size “iş beğenmiyorsunuz” suçlamaları yöneltiyorlar. Yoksulluk gerçeği karşısında çözüm bulması gerekenlerin tam tersine son üç aydır özellikle yoksunluğu görünmez hale getirmek için özel, stratejik bir planla mücadele verdiğini düşünüyorum.
Bir milletvekilinin TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda ücretli otoyollara ilişkin “Vatandaşlarımız çok zekidir. Cebinde parası yoksa eski yolu kullanır” sözlerinin ve aynı milletvekilinin gıda fiyatlarının artması ile “Belki soğan ekmek yiyeceğiz aylarca ama güvenliğimizden kimseye taviz vermeyeceğiz” demesi gibi.
Bu sözlerden sonra da yoksulluğun görünür olmasını önleyecek konuşmalar televizyon programlarında, sokakta, kamu binalarında devam etti “iş beğenmiyorlar” diyen sanayicilerden “Mermerde çalışacak eleman bulunmuyor” diyen Vali’ye, “Kasaptan et almak yerine kuzu kestiriyorum” diyen siyasetçi, sokak röportajlarında “üzerimdeki ikinci el giysi” diyen ergen yaştaki gençlere “göster telefonunu” diyerek saçını, kıyafetini eleştirerek, çocukların ruh sağlığını bozanlara kadar.
Adana’da İŞKUR Müdürü’nün “İşsizlerin çoğu ‘belim ağrıyor deyip, masa başı dışında iş kabul etmiyor” demesi ve ardından “işi beğenmediğini” iddia ettiği insanların işsizlik ödeneklerini kestirmesini belirtmesi. Çünkü yoksulsanız “beliniz ağrıyamaz”.
Yoksul ve işsiz insanlara yapılan bu sosyal kötü muamelenin en apaçık göstergelerinden biri değil mi bu olanlar.
Tüm bunların bir nedeni var yoksulluğun görünürlüğünün, farkındalığının ve tartışılmasının önüne geçerek bu dönemde edindikleri “küçük/büyük varlıklar” büyütememe/kaybetme/ korkusu.
Bir başka ilişki biçimi de efendi-köle ilişkisi gibi yanlarında çalıştırdıkları yoksul insanlara, çocuklara kötü muamele ederek onları “modern köle” olarak görmeleri. İzmir’de işe geç kalan Suriyeli bir işçiyi “Türk'ün Suriyeli’ye intikamı” diyerek sosyal medyada paylaşan bir işverenin aymazlığı, ya da Alanya’da bir parti ilçe başkanının belediyede şoför olarak çalışan bir işçiyi dövmesi gibi. Antalya’da bir işverenin arabası kirlenmesin diye inşaat işçisini otomobilinin bagajında taşıması, İstanbul’da pazar kurulan sokağı temizleyen işçinin, yol vermediği gerekçesiyle, lüks cipten inerek beyzbol sopalarıyla dövülmesi. İstanbul’da bir berberde çırak olarak çalışan lise öğrencisi 14 yaşındaki çocuğun “yanlış tıraş” gerekçesiyle demir copla dövülmesi.
Urfa’da oto lastikçide çalışan bir çocuğa işten ayrılmak istediği için kompresör hava hortumuyla dayak atılması. Afyon’da 16 yaşındaki çocuk işçinin, çalıştığı balıkçılardan parasını istediği için saatlerce işkenceye maruz kalması. Kağıthane'de 15 yaşındaki bir çocuğun çalıştığı fabrikada patronunun “şakayla karışık” diye ifade ettiği şiddete maruz kalıyor olması. Yine Gebze’de 14 yaşındaki çocuğa marangozhane de işyeri sahibi tarafından sistematik işkence yapılması.
Nedir bunun adı, sosyal dışlanma mı, insan hakları ihlali mi, korku mu, efendi-köle ilişkisi mi, baskı mı, aşağılama mı sanırım yoksulların her seferinde yapılan bu sosyal kötü muameleye karşı boyunlarındaki halkayı çıkartmayı akıllarından geçirmesi bile “efendilerin” korkularına ve şiddet kullanmasına ve propagandalarına neden oluyor.
Bu tür sosyal kötü muamele yapanlara bir yoksul mahallede de, bir siyasi parti içinde de, bir kamu kurumunda, bir sivil toplum örgütünde, berber dükkanında, bir AVM’de, bir plazada, sokakta da rastlayabilirsiniz.
Yoksulların boyunlarında istedikleri zaman gevşetip sıktıkları halkayı çıkarmaya çalışmaları ve özgürlük mücadelesi küçük iktidar sahiplerinin hepsini korkutuyor.
Korku geçer o halka çıktığında memleketin ve çocukların geleceği, herkese iyi gelecek…