Karşısındakine itiraz eden vatandaşın talepleri, tam da yaşam standardını nereye yükseltmeyi hedeflemek gerektiğine işaret ediyor:
Sadece doymak değil, beslenmek.
Sadece yaşamak değil, sosyal yaşamak.
Bu itirazı mikrofon tutulan sokaklarda karşı karşıya gelen orta yaşlılarla gençler arasındaki tartışmalarda daha önce görmüştük. Bu kez iki orta yaş arasındaki maaş yetip yetmeme tartışmasını izledik. Diyalog şöyle geçiyordu:
- Kimse aç maç değil, en garibanı benim, 40 senedir İstanbul'dayım, 5 kuruş param yok, açım demiyorum ya!
- Kaç lira, 3 bin lira mı alıyorsun? Sen doyarsın bu parayla. Doymak başka beslenmek başka. Sen doyarsın, hatta para bile artırırsın. Ya sen benim gibi değilsin ki, senden alıp bana vermesi lazım. Senin sosyal yaşamın aha burada dolaşmak, camide öğlen namazını bekleyip, sonra bir çay içip, eve gitmek. Sen hayatında kaç defa sinemaya gittin, tiyatroya gittin, kitap okudun? Bunu nerden bileceksin! Bana yetmiyor kardeşim ben sosyal olmak istiyorum. Sana 3.000 lira para çok bile! Sen doyuyorsun, beslenmiyorsun beyefendi. Sen karnını kuru ekmekle de doyurursun değil mi, doyurmaktan kastın buysa. Ben kuru ekmekle doyurmak is-te-mi-yo-rum.
Sokak röportajlarında insanlara "telefonunu göster" diye çemkirilmesi, benim çok ağırıma gidiyor izlerken. Üstelik de bunu ilk başlatan AKP Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal oldu. Kendisi iletişimden sorumlu... Sorunlu desek daha doğru olur.
Bugün TBMM'ye adımını atan milletvekillerinin önüne 2 tane gıcır cep telefonu konuyor. Hem de GSM firmaları ile yapılmış iyi sözleşmelerle vatandaşın alamayacağı rakamlara... Olmasın demiyorum ama vekili alıyorsa, neden vatandaşta olmasın. Bugün cep telefonu lüks olmaktan çıktı. HES kodundan, banka havalesine, menü karekodlarından, e-devletlere kadar, artık akıllı telefon lüks falan değil. Ayrıca insanlar berbat yönetiminizden ötürü hızlı yoksullaştılar. Orta sınıf yoksulluğa itiliyor. Ne yapsın, "ben artık yoksulum" diye cep telefonunu satıp iyice mi hayattan kopsun. O telefon onun için hayata, yeni iş imkanına, üç-beş kuruş gelire açılan tek kapı. Ne utanmazsınız yahu!
Sürdürülebilir yoksulluk bu iktidarın sosyal politika dediği şey. Yıllardır sosyal yardımlara muhtaç ettiği kitleleri bir yandan da eğitimsizleştirdi ve mesleksizleştirdi. Ülkenin reel sektörünü küçülttü. Vasıfsız diye addedilen işçi emeğinin bol sömürüldüğü konut, AVM, enerji santralı, yol, köprü inşaatı gibi sürekli iş sağlamayan sektörleri pompaladı. Arzu ettikleri toplumsal yapı yevmiyeli baba ile geçimlik üretici ya da gündelikçi annenin 3-5 çocuğunun dindar nesil yetiştirecek cemaat yurtları ile imam hatiplerde kendileri için yoğrulmasıydı.
Sonuçta vatandaşa hayatın kıyısında, kuru ekmek, sadece doymak için yemek, sadece hayatını idame ettirebilecek gelire eyvallah etmek kaldı.
Varsa tanıdık milletvekili, gidebilirse Ankara'ya, TBMM lokantasında, karnını doyurur. Bu konuyu da araya özellikle sıkıştırdım. TBMM bu ayıptan artık kurtulmalı. Evet her gün TBMM'ye binlerce vatandaş geliyor ve pek çoğu milletvekillerinin misafiri. Büyük şehirlerden değil ama Anadolu'nun çeşitli illerinden, ilçelerinden, köylerinden gelip vekili ziyaret ediyorlar. Her gün 30-50 kişilik toplu ziyaretleri de görmek mümkün. Ama bu durum TBMM'de vekillerin, vatandaşın neredeyse 5'te 1'i fiyatına yemek yemesini mazur göstermez. TBMM restoranının fiyatları ortalama lokanta seviyesine gelirse, oradan artacak bütçeyle TBMM'yi ziyarete gelen vatandaşlar, ücretsiz olarak 4 kap yemekle misafir edilir.
Ayrıca Türkiye'de vatandaşın bu kadar çok TBMM ziyaret etmesi de işlerin yürümemesinden ve tıpkı sosyal yardım bağımlılığı gibi iktidar bağımlılığı yaratılmasından ötürü. Ben milletvekili iken, dönemin TBMM Başkanı Cemil Çiçek teker teker Komisyonları kahvaltıya davet ederdi. Sene 2012 olsa gerek, Çevre Komisyonu olarak Çiçek ile yemekte idik. TBMM'nin vatandaş tarafından çok ilgiyle karşılandığını ve her gün yoğun ziyaretçi geldiğini anlattı övünerek.
Çiçek'in ifadesiyle, TBMM tarihin en büyük ziyaretçi akını yaşıyordu. Günlük 12.500 kişilik ziyarete ulaşan günler vardı. Evet, yanlış okumadınız 12.500 kişi. Bu tabii ki grupların olduğu Salı günleri oluyordu. Grup toplantıları vatandaşa açılınca her hafta gruplara hem başkentten hem de ülkenin dört bir yanından akın akın vatandaşlar geliyordu; hem bir pop star izler gibi liderlerin konuşmalarını izliyorlar, hem de hemşehri milletvekiline öğle yemeğinde konuk oluyorlar; iş, imar, tayin, terfi gibi sorunlarını çözmeye çalışıyordu. Aynı zamanda TBMM’yi geziyor, bir çeşit politik turizm oluyordu bu. Bu rakamı yıllık ortalamaya vurduğunuzda günde 7.000 – 8.000 kişi demekti. (Tabii pandemi öncesi)
Peki bu iyi bir şey mi? Bence değil. Zira insanlar sorunlarını başka türü çözemiyor, bir milletvekili tanımak, torpil bulmak lazım. Bir Diyarbakır Milletvekili, "bizim iş İETT" demişti: "İş, Elektrik, Tayin, Terfi". Yani iş bulmak, tayinini yaptırabilmek, terfi beklemek bir de elektrik bağlatmak gibi işleri vardı vekillerin. Bu konularda fazla ziyaret edilmeyen muhalefet milletvekillerine gıpta etmiyor da değillerdi.
Vatandaş iyi kalite bir hayat yaşayacağı gelire sahip olsa, evin babası – annesi güvenceli bir işte çalışıp hakkınca bir gelir elde etse, çocuklar iyi okullarda okusalar, iş güç, hayat kavgası olmasa, yılda hiç olmazsa 2 kez tatile gidebilseler, evlenince ev kurma, iş bulma dertleri olmasa… Kim gider Allahaşkına TBMM’ye…
Tabii aradan 10 yıl geçti ve iktidara bağımlılık daha da arttı. Özellikle de tek kişiye. O zamanın milletvekillerinin daha bir yaptırım gücü vardı. Şimdi o da yok görünüyor.
Bu ülkenin yıllarca asgari ücrete mahkum edilmiş, kuru ekmek yanına azcık katık katabilirse kanaat eden, evden işe - işten eve giden, bırakın tatil yapıp 1 hafta kafayı dinlemeyi, sinemaya, konsere, tiyatroya gitmeyeli yıllar olmuş ya da hiç gitmemiş, geçemeyeceği yolun, köprünün parasını, uçamayacağı uçağın parasını ödeyen ve böyle gelmiş böyle gider kandırmacalarıyla kader, kısmet, fıtrat üçgenine hapsedilmiş, sürekli olarak sabretmesi beklenen, öldüğünde cenneti bulacağı yönünde telkinlerle sıkıştırılan insanına acil soluk lazım. O yüzden miting lazım. Acil olarak sokağa çıkıp, miting meydanlarına doluşup, Millet İttifakını oluşturan partilerin sosyal programlarını açıklamaları lazım.
Kemal Bey, Meral Hanım... Tamam devam edin yine evinizden sosyal medya hitaplarına ya da kürsülerden program açıklamaya ama mitinglere başlayın acil. Ve haykırın:
Bu ülkenin her çalışanı yıllar boyunca asgari ücrete mahkum olamaz. DİSK'in raporuna göre Türkiye’de 10 milyon civarında asgari ücretli işçi bulunuyor. Asgari ücretin yüzde 20 fazlası ve altında ücret alan işçilerin sayısı 9,7 milyon. Bütün ücretli çalışanların yüzde 50’ye yakını bu kapsamda. Tüm ücretli çalışanların yüzde 64’ü ise (12,5 milyon işçi) asgari ücretin altı ile asgari ücretin bir buçuk katı arasında bir ücret elde ediyor. Avrupa Birliği İstatistik Kurumu’nun açıkladığı 2018 yılına ait bilgilere göre en yüksek asgari ücretli sayısı yüzde 15,2 ile Slovenya'da. SGK belgelerinden ise Türkiye’nin 2018 yılı asgari ücretli çalışanların oranı ise yüzde 36,2.
Çıkın miting meydanlarında sorun: Neden asgari ücrete mahkum olsun bu ülkenin vatandaşı? Sloven vatandaştan neyi eksik?
Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’nun araştırmasına göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı Ocak'ta bir önceki aya göre göre 272 lira artarak 4 bin 924 liraya yükseldi. Gıda dışındaki barınma, ev eşyası, ulaştırma, giyim, gibi harcama kalemlerinin fiyatlarında yaşanan yüksek oranlı artışla da yoksulluk sınırı Ocak'ta 15 bin liranın üzerine taşındı. Bu rakamları kim kazanabiliyor. Yoksulluk rakamını yakalayabilmek için evde en az 3 asgari ücretli olması gerekiyor. Peki ya yoksa?
Bihaber TV Youtube kanalında 10 Şubat tarihinde Konya'da yapılan bir röportajda bir kadın "sadece faturaya yetiyor maaş, bir de kuru ekmek yiyoruz, sebze falan almıyoruz" diyordu. Faturaları ödemeyeceğim ben de bundan sonra diye ilave ediyordu.
Çıkın miting meydanlarında iktidarın savurduğu paralarla kaç kişinin açlık ve yoksulluktan kurtarılacağını anlatın.
Belki şimdi pandemi var ama öncesinde de tatil yapma konusunda Türkiye yine kendi liginin çok gerisinde. Avrupa İstatistik Kurumu Eurostat’ın verilerine göre 16 yaş ve üzeri Avrupa Birliği (AB) nüfusunun yüzde 28,3'ünün 2018'de evden uzakta bir haftalık tatil yapma imkanı yokken Türkiye’de ise bu oran, 2017 yılı için yüzde 60,8 idi. Doların ve enflasyonun böylesine arttığı ve düşük faizlerle tasarruf imkanının kalmadığı Türkiye'de bu rakamın yine 2009 seviyesi olan yüzde 87,4'e ulaşması mümkün.
Hane halklarının 2018’de gerçekleştirdiği toplam kültür harcamasının dağılımına bakıldığında; kitap, gazete ve derginin yüzde 16.5 pay aldığı, yüzde 6 ile en az parayı sinema, tiyatro ve konser için harcadığı görülüyor.
Bu rakamı batılı ülkelerle kıyaslamaya bile gerek duymadan çıkın mitinglere... İnsanca ve bu hayattan tat alarak yaşama umudu verin, haydi!
Bir süredir çeşitli sanatçıların, şarkıcıların, oyuncuların ülkedeki yüksek enflasyon ve özellikle fatura konulu tepkilerini görür olduk. Bir kısmı daha önceden iktidara destek vermiş isimler. Olabilir, kimseye neden şikayetçi olduğu konusunda hesap soracak durumum yok. Ancak şunu görüyoruz ki, sanatıyla bir yere gelen insan halka muhtaçtır. Çünkü bir etkileşim içindedir. Halkın yoksulluğu onları ilgilendirir, ilgilendirmelidir. Ne kadar varlıklı olursanız olur, çevrenizin yoksulluğu sizi etkiler. Ancak zenginliğini kamu kaynaklarına dayayanlar vatandaş yoksulluğuyla ilgilenmez. Zaten bu yoksulluğun bir sebebi de onlardır.
Bu nedenle, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, lütfen hemen, yeniden bu 5'linin elindeki kamu varlıklarını nasıl geri alacağınızı tekrar tekrar anlatacağınız mitingler yapın.
İnanın herkese çok iyi gelecek...