Eskiler “dostluğun vatanı olmaz!” derlerdi. Bazen vatan da dost olmayı bırakıyor sanki! Bazen uçar, bazen yere çakılır, bazen kırar, bazen kırılırız ya! İnsanın anlaşıldığını anlamak büyük keyiftir hele de günümüzde. Bu gizemli girişten sonra bugün moral bozan gündemden biraz uzaklaşmaya var mısınız?
Varım diyorsanız o halde gelin birlikte genelde sanatın özelde şiirin derinliklerine dalalım! Aşk şiirleri, ayrılık şiirleri, kavga şiirleri, direniş şiirleri, hak arayan şiirler, nabzı dünyanın öbür ucuyla birlikte atan şiirler, kulağımıza küpe olarak yerleşen dizeler, marifetli bir dil ve kurguyla yazıldığı için yüreğimize ilk tohumları eken şiirlerden örneklere yer verelim…
Yetinmeyelim! Sadece aklımızı değil, yüreğimizi de ele geçirenleri selamlayalım.
Hele de Cumhuriyetin kürsülerinde bizleri eğiten eli öpülesi öğretmenlerimizin nasıl bir eğitim verdiği, nasıl bir temel attığı, nasıl bir yürek aşıladığı yıllarda ilk ezber ettiğimiz şiirleri o döneme ve onlara borçlu olduğumuzu asla unutmayalım.
Şimdi yürekte hissedilen ve kaleme ustalıkla dökülen dizelerde dolaşma zamanıdır…
İlk söz de Nazım Hikmet’indir…
“Sen sabahlar ve şafaklar kadar güzelsin/ Sen ülkemizin yaz geceleri gibisin/ Sen hem zor, hem güzelsin/ Sen memleketim kadar güzelsin. Güzel kal…”
Sırada Attila İlhan var…
“Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor/ Bu şehir o eski İstanbul mudur?/ Karanlıkta bulutlar parçalanıyor/ Sokak lambaları birden yanıyor…”
Ahmet Arif’siz olur mu?
“Haberin var mı taş duvar?/ Görüşmecim yeşil soğan göndermiş/ Karanfil kokuyor cigaram/ Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…”
Sırada Cahit Külebi’den dizeler var
“Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin/ Benim doğduğum köyler de güzeldi / Sen de anlat doğduğun yerleri / Anlat biraz…”
“Hayatta ben en çok babamı sevdim!” diyor Can Yücel
“Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi/ Atlastan bakarım nereye gitti/ Öyle ezber ettim gurbeti/ Bilmezdi ki oturduğumuz semti/ Hep acele işi…”
Cahit Sıtkı Tarancı anılmasa olmaz…
“Geç fark ettim taşın sert olduğunu/ Su insanı boğar, ateş yakarmış/ Her doğan günün bir dert olduğunu/ İnsan bu yaşa gelince anlarmış…”
“Anlatamıyorum!” diyor Orhan Veli Kanık?
“Bir yer var biliyorum/ Her şey söylemek mümkün/ Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum/ Anlatamıyorum…”
Orhan Veli’den bu dizeleri seçme nedenime gelince: Yıllar önce katıldığım bir toplantıda sağır ve dilsiz bir gencin işaret diliyle okuduğu bu şiirin salonda yarattığı duygusal havayı hala unutamadım!
Edip Cansever’e (güncel bir göndermeyle) selam olsun…
“Adam masaya aklında olup bitenleri koydu/ Uzandı masaya sonsuzu koydu/ Uykusunu, uyanıklığını koydu/ Tokluğunu, açlığını koydu/ Masa da masaymış ha/ Bana mısın demedi bu kadar yüke/ Bir iki sallandı durdu…”
Özetle demem o ki; Şairin dediği gibi her ölüm erken ölümdür, her ölüm acıtır. Ama özellikli ve nitelikli bir sanatçının kaybı aynı zamanda yeni yapıtların, üretimlerin de toprak altına girmesi demek olduğundan özellikle acıtır…
Sadece sanatındaki ustalığıyla değil, zekâsıyla, düş gücüyle, mizah duygusuyla, muzip kişiliğiyle, hüneriyle de dikkatleri çekenlerin yokluğu daha çok aranır…
Şiirsel dokunuşlarıyla, insanın aklında ve gönlünde yer eden, yüreğine ve anılarına yerleşen, içini ısıtan duyguların ustası olan, bazen hüzünlendiren, bazen heyecanlandıran, bazen coşturan, bazen geçmiş- gelecek bağlantıları kurduran ustaların azalması insana daha çok koyar…
Çünkü onlar! Hepimizin yaşayamadıklarını, söyleyemediklerini, acılarını, hayal kırıklıklarını yansıtanlar, özlenenler ve her daim anılanlardır…