Anılarımız, düşlerimiz, kurallarımız, bastırılmış duygularımız, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, gerçek öykülerimiz var. Yine farklı adreslerde ortak hikâyelerimiz, farklı çerçeveler içinde yüz ifadesi aynı olan fotoğraflarımız var.
Bitmedi. Biter mi? Ruhsal sancılarımız, sinyal veren dürtülerimiz, içimizde dolup taşan isteklerimiz, gerçeklerimiz, yüzleşmekten kaçındıklarımız, kulak vermediklerimiz, gülüp geçtiklerimiz, içimize attıklarımız ve saygı nesnesi olarak gördüklerimizin yaşattığı hayal kırıklıkları var.
Şablonların, kalıpların, geleneklerin, kuralların, eril söylemin, ata erkil kodların dayattıkları var. Bu arada uykularımızı kaçıran ve bitip tükenmeyen kadın cinayetleri ve 11 ayda 400 kadının hayattan koparıldığı bir ülkemiz var.
Tabii ki! Herkes gibi ve herkes kadar alışkanlıklarımız, beklentilerimiz de var; Ancak hedef ve rota dersen o belli mi? Ya da yönetim katında ilham veren, hedef koyan, umut olan var mı? İşte orda duralım. Çünkü Türkiye’de kadın olmak zor! Şiddette alarm var, dayatmalarla sıkışıp kalmışız, kadın cinayetlerinde şampiyonlar ligindeyiz!
1 yılda yüzlerce kadının öldürüldüğü ülkemizde; yaralanmadığı, şiddete uğramadığı, dövülüp yakılmadığı gün hemen hemen olmayan kadınlar nasıl mutlu olsun? Ya da çevremize örülmeye çalışılan duvarlara bakınca niye mutlu olalım?
Hanım hanımcık büyütülürken, “kızım sen bebeğinle oyna!” diye dayatılırken bugünlerin provası yapılmadı mı? Oysa mutlu olmak için itaat eden değil itiraz eden, boyun eğen değil karşı çıkan, biat eden değil hakkını arayan kadınlar olmalıyız ki ayağımız yere sağlam bassın, dayatmalar ve baskılar azalsın.
Hal böyle iken ne mi yapmalıyız? Meydan okumak mı, meydan dayağı yemek mi?
Karnesi iyi olan kadınlar yerine hikâyesi olan kadınlardan olmalıyız, beklentilerle büyütüldüğümüz için kolay olmasa bile denemeli ve başarmalıyız, gerektiğinde “ben her şeyin üstesinden gelebilirim, erkeklerin başa kakan desteğine ihtiyacım yok!” diyebilmeliyiz, bunu meydan okumak olarak görenlere de “meydan dayağı yemekten daha iyidir!” demeliyiz.
Başlık parasına, berdele, kumalığa, töreye, namus cinayetlerine kurban verdiğimiz hemcinslerimizi düşünerek! Sevdiğine kaçtı diye hastane yatağında kurşunlanan, sinemaya gitti diye köy meydanında boğazlanan gencecik kadınları hatırlayarak! Yaşam koşullarının ağırlığı ve acımasızlığı yanında bir de geleneklerin, mahalle baskısının ve yönetenlerin vurdumduymazlığıyla yüzleştiğimizi asla unutmayarak! Hesabı tutulan ve hesap sorulanın hep biz olduğumuzu, yasaların, törelerin, erkeklerin boy hedefi ve hedef tahtası olarak görüldüğümüzü hep gündemde tutarak!
Özetle! Yaşamın her anında ve alanında elimizle, emeğimizle var olmak zorundayız, başka çaremiz ve başka çıkış kapımız yok…
Ülkemizin yarısı kadınken, meclisin yüzde 19’u kadın! Neden?
Ülkenin yarısını oluşturan, tümünü doğuran kadınlar mecliste yüzde 19 olarak temsil edilip, bizden çok sonra bu hakkı elde eden ülkelerde temsil oranı yüzde 40-50 ise! Aradan geçen 89 yılda siyasetin hiçbir kademesinde kadınlar eşit temsile ulaşamadıysa! Adıyaman’dan Ardahan’a, Artvin’den Bayburt’a, Burdur’dan Erzincan’a, Gümüşhane’den Karabük’e, Karaman’dan Kilis’e, Kırşehir’den Kırklareli’ne, Niğde’den Rize’ye, Sinop’tan Yozgat’a kadın vekil çıkarmamış 17 ilimiz varsa! Neden diye sormalı, hani kadın-erkek eşitti, hani temsilde eşitlik vardı nerede demeliyiz?
Çare? Kurallar ve kurumlar değil krallar toplumuyla baş etmenin yolu; Gücümüzü bilerek, farkında olarak, zaman bize kafa tutacağına, biz zamana kafa tutarak, gerektiğinde kafa atarak yaşamaktan ve direnmekten geçer…
Erkek egemen bakışın, eril dilin, yerleşik kalıpların, dillerden düşmeyen şablonların, geleneksel kodların baskın olduğu ataerkil toplumlarda; “Erkek adamın erkek oğlu olur!” “Mirası damatlar mı yesin?” “Sülalemin devamını kuruttun!” gibi laflar, kız çocuğunun çocuktan sayılmaması, günü geldiğinde elin malı gibi görülmesi yaygın düşüncelerdir. Ayrıca kocasına erkek evlat veremeyen kadın kusurludur, eksiktir, defoludur, maruz kaldığı onlarca haksızlık yetmemiştir(!), çocuğun cinsiyetiyle ilgili psikolojik şiddet, stres olarak yine ona dönecektir. “Kır bacağını otur oturduğun yerde!” demek şiddetin ev hallerinden biridir, ardından da “İsyan etme, itiraz etme, mücadele etme!” şeklindeki emir kipleri gelecektir.
Bu durumda bize düşen ve yapmamız gereken itiraz etmek, gerektiğinde isyan bayrağını kaldırmak, mücadeleden vaz geçmemek, gücümüzü bilmek ve kanıtlamaktır.
Zamana kafa tutarak, dayatmalara kafa atarak yaşamak!
Şimdi Ürdün’e uzanalım! Orada geçerli olan yasaya göre kocasını kaybeden kadının erkek çocuğu yoksa miras kocasının ailesi arasında paylaştırılır. Bu ne demektir? Yanıtı ortada ve çok net! Farklı kültürlerden gelen kadınların acısı ve çilesi ortaktır. Kime mi yaslanmalıyız? Hayatın iplerini elimize alarak, dik durarak kendimize, kendi içimizdeki gücü çıkarıp dünyaya kafa tutmaya, içimizdeki potansiyeli açığa çıkarmaya…
Umduğunu bulamayan, prangalarından kurtulamayan, hayatı bütün ağırlığıyla yüklenirken yüklendiği ne varsa taşımaya çalışan, varlığını ailesine adayıp kendisinden vaz geçen, sık sık hayal kırklığına uğrayan, kıstırıldığı cendereden gitmek isteyip gidemeyen kadınlar olarak elimizde sihirli bir değnek olmasa da güçlü bir yapımız olduğuna ve bunu bilmemize…
Zorunlu açıklama: “Bugün günlerden Gençlik!” yazıma gösterilen ilgi, gelen iletiler, hak veren geri dönüşler üzerine kadınla devam etmek şart oldu. Çünkü her iki konu da döne döne yazmamıza rağmen deştikçe derinleşen yaralarımızın başında geliyor. Çünkü zihnimizde nefes alacak alan açan, ya da umut vaat edecek kişi de, kurum da yok gibi. Tabii ki sözüm her şeyi bilenlere ve bıkıp usanmadan komut verenleredir!