Başlığın yanıtı kime göre, neye göre diye değişebilir kuşkusuz. Dilimizin döndüğünce açıklamaya çalışırsak; Değerler sistemine göre yaygın kanı şudur; kendini öne çıkarmak ve övmek pek hoş değildir. Bazen üslup, bazen bir bakış, bazen görüntü, çoğu kez ses tonu, yer yer beden dili, bazen verilen bir fotoğraf ruh halini yeterince yansıtır. “Her şey benden sorulur, her şeyi ben bilirim, ben ne dersem o olur!” gibi tavan yapmış egonun değerler dünyasında yeri olmasa bile günümüz dünyasında örneği çoktur…
Yine; Haysiyete karşı hassas olmak, tarihsel hafızayı, çevresel faktörleri önemsemek, psikolojik yüklerden kurtulmayı sağlamak, yöneticinin olmazsa olmaz ilkeleri gerekirken bunlardan yoksun olmanın da izahı yoktur…
Ayrıca; Samimi, sabırlı, saygılı olmayanlardan, üslup, ustalık, üstatlık gibi kavramlara saygı duymayanlardan, olup biteni izleyen ve görmeyen taraf olup, sadece konuşmakla yetinenlerden, ikbali hedeflemek, hizaya getirmek, ötekileştirmek, dışlamak, kutuplaştırmaktan başka kaygıları olmayanlardan bazı şeyleri beklemenin de mantıklı bir açıklaması yoktur…
Bir yanda vazgeçilenler, diğer yanda geç fark edilenler, bir yanda bahanelerin ardına sığınanlar, diğer yanda iş işten geçtikten sonra aklı başına gelenler, bir yanda yüreklice sorgulayan ve yargılayanlar, diğer yanda ne yaparsa yapsın küçümsenenler varken ve çokken bu durumu açıklamanın da imkânı yoktur…
Çünkü kıymetli anlara tanıklık etmek, değerli anıların içinde yer almak olması gereken, yarınlara taşıyan, iz bırakmanın ve unutulmamanın yollarını açan etmenlerdir. Bunun örnekleri tarihte gizlidir, geçmişte vardır, günümüzde az da olsa görülmektedir, yarınlarda da görülecektir…
Olayların akışına göre vaziyet almak!
İnsan önüne çıkanları, karşılaştıklarını bazen karartır, bazen parlatır, bazen yok sayar, bazen simsiyah bazen pes pembe görür, bazen “talepler var, baskılar var!” deyip vazgeçmeyi yeğler. Yetinmez! Basınç altında olduğunu hissedince hangi doğrulara tutunmalı, yoksa genetik arka plana mı sığınmalı diye düşünüp durur, bazen sorumluluk almayı genişletmek ister. Bazen de beklentileri yok saymak, talepleri görmezden gelmek doğru olmasa da kolayımıza gelir…
Özetle! Işığı herkesten önce gören ve ulusuna da gösteren Büyük Atatürk’ün yaptıkları güncelliğini ve geçerliliğini korurken, siyasi arenanın hali ortada iken, yönetim kademesinin biriktirdiği, halkın borçlandığı günlerden geçerken ne yazılır? İyisi mi olup biteni, bilinip unutulanı sık sık hatırlatmanın hem önemli, hem değerli olduğunu unutmayalım…
Gelelim eğitime…
Uzmanlara göre son yıllarda özellikle çocuklarda sık görülen gece korkuları, takıntılar, uyku bozuklukları, takıntılı düşünceler, “ben ölmek istiyorum cennette çikolata ve oyuncak varmış!”, ya da “ben ölmek istemiyorum, günah işlersem cehenneme gideceğim!” gibi sözler, zihinsel ve duygusal travmalar, kaygı- korku- endişe gibi duygular 4-5-11-12 yaşa kadar inmiş. Neden derseniz? Çünkü sormayan, sorgulamayan, irdelemeyen bir nesli idare etmek hem çok kolaydır, hem de yöneticilerin işlerine en çok gelen budur. Taşları döşemek ve başarmak için minare ve kılıf çok önceden hazırlanmıştır. Nereden beslenilmiş, ne hedeflenmiş, tohumlar ne zaman ve nerede ekilmiş bellidir. Bazı dersler seçmeliyken zorunlu seçmeli olmuştur. Oysa unutulmasın ki; Müfredat eğitimin anayasasıdır…
Gelelim diğer sorunlara…
Abartılı hükümet konaklarına ve lüks araba sevdasına milyonlar harcamak varken! “Bütçeyi nasıl kullandıkları konusunda tahmin yürütmenin zor olmadığını, tüm gerçeklerin ortada olduğunu, 759 bin çocuk işçi varken kasaları boşaltmaya, saray yavruları yaptırmaya, debdebeye, gösterişe, şaşaaya, saltanata devam edildiğini yazmaya gerek var mı? Ancak “başkasına bel bağlayan onun karşısında el bağlar!” sözünü hatırlatmaya gerek var.
Yine! Belleği müze gibi olan, sevinç, keder, mutluluk, gözyaşı, dert, tasa, yoksulluk, mücadele derken ilk akla gelen, bakışlarına sinen, ağlamaya hazır gözlerinde hissedilen özlem ve çaresizlikle baş etmeğe çalışan kadınların kimselerin umurunda olmadığını yazmaya gerek var.
Resmi ve geleneksel törenlerin töresinde nelerin olduğunu, etin adını da, tadını da unutanlara Kurban Bayramı’nın ne ifade ettiğini, bazı şeylerin değişmemesinin bazılarının canı öyle istediği için olduğunu, hayata derin bir bakış fırlatınca “her şey geçti gitti artık!” diyenlerin sayısının her geçen gün neden arttığını yazmaya gerek var.
Kısaca! Bazen önseziler, bazen öneriler geçerli olsaydı, her şeyin daha farklı olacağını, sonuçlara bakanların kendilerine “nasıl kazanabilirdik, neden kaybettik?” diye sormaları gerektiğini, ihtiyaç fazlası araç alan ya da kiralayanların tasarruf tedbirleri diye bir şey duyup duymadıklarını! Ustaca denge politikaları uygulansaydı, bunca zikzakla başımız dönmezdi saptamasının akla gelip gelmediğini hatırlatmaya ve yazmaya gerek var.
Demem o ki; Yanlış soru olan “Hesap sorulacak mı?” Doğru soru olan “Neden sorulmuyor?” gibi soruları daha sık sormaya gerek var…
Yazıya nokta Büyük İskender’den!
İskender günlerden bir gün yanında çalışan danışmanına; “İşine üzülerek son veriyorum.” Der. “Neden?” diye sorar danışmanı? Büyük İskender’in yanıtı şudur; “Bunca yıldır yanımdasın, tek bir hatamı eleştirmedin. Hatalarımı görmediysen cahilsin, görüp söylemediysen hainsin.”
Aslında gerçek gündem bu yanıtta gizli değil mi?