Geçmişe, anılara, çocukluğa özlem…

Hazır söz 23 Nisan’dan açılmışken konuyu sürdürmekte yarar var. Nedense özellikle de bayramlarda duygusallaşıyorum. Geçmiş günleri, çocukluk ve gençlik yıllarımızı, ailemizi, çevremizi, kentimizi, geleneklerimizi, ilişkilerimizi düşünüp duruyorum.

Neşe Doster Yazar nesedoster@yahoo.com

Hazır söz 23 Nisan’dan açılmışken konuyu sürdürmekte yarar var. Nedense özellikle de bayramlarda duygusallaşıyorum. Geçmiş günleri, çocukluk ve gençlik yıllarımızı, ailemizi, çevremizi, kentimizi, geleneklerimizi, ilişkilerimizi düşünüp duruyorum. Bayramları nasıl da şenlik havasında kutladığımız, büyüklere gösterilen saygı, küçüklere hissettirilen sevgi, yüzlerdeki içten gülümseme, bayramlaşma sırasındaki şeker- tatlı, para ikramları gelip yüreğime oturuyor.

Kişisel olan bu girişi niye mi yaptım? Bu satırlarda Kars’ta doğup büyüyen bir çocuğun (!) o yıllarda pek de anlamadığı, ancak yıllar sonra yerli yerine oturan, kendince eşsiz saydığı anılarının izlerini, yüreğine ve belleğine yapışıp kalan ve asla kaybolmayan tadını paylaşmak için.

Aslında ortada yanıt bekleyen bir soru var. Ev nedir? Sandığımız gibi sadece dört duvar ve bir çatıdan oluşan sınırlı bir yapı mı? Yoksa anlam mı, kavram mı, hayal mi, ideal mi? Ya da tüm bunların önünde bireylerin oluşturduğu bir yuva mı? Yanıtınız ne olur bilmiyorum ama ben yuva diyenlerdenim! Yüzünün her çizgisinde, yaptığı işin, harcadığı emeğin, gösterdiği özverinin binlerce çizgisini taşıyan annelerin lokomotif ve direksiyon olduğu, kim bilir hangi zor kıyılara vurularak alınan yolların oluşturduğu yuvalar…

Bize hayat veren, sevinci, hüznü, direnci umudu birlikte yaşadığımız, anıları önünde derin bir saygı, tarifsiz bir minnet ve özlemle eğildiğimiz annelerimizin eliyle emeğiyle oluşturduğu sıcacık evler…

Emeği ekmeğe dönüştüren kocaman yürekli kadınların çabalarıyla ayakta kalan haneler…

Özetle! Güzel insanlar, özel kadınlar, eli öpülesi öğretmenler, mükemmel anneler yetiştirmiş olan Cumhuriyetin o sıcacık dört duvarları…

Şimdi geçmişe dönme zamanıdır…

Çocukken sokakta, mahallede oynamanın sonuna dek tadını çıkarmış bir kuşaktan geliyorum! Köşe kapmaca, yakan top, saklambaç, kar yağmışsa kızak keyfimiz tüm mahalleyi ayağa kaldıran bağırış çağırışlarımız, kanayan dizlerimize tentürdiyot basan komşularımız nasıl unutulur? Ya da niye unutulsun?

O günler çok gerilerde kaldı biliyorum! Nostalji labirentlerinde kaybolarak sizleri sıkmayı düşünmüyorum. Ama bayram kavramının sevinç, birlik, beraberlik, saygı, sevgi, dayanışma olduğunu unutmamak gerektiğini de biliyorum.

Atılmayan plastik kutular, toz deterjanla ilk tanışıklığımız, yeni temizlik malzemelerinin evimize sinen kokuları, siyah beyaz televizyonla tanışmamız, hayata ve dünyaya farklı gözlerle bakmamızı sağlayan yeni arayışlar…

Yerel tatların unutulmaz lezzetleri, buzlu ve karlı sokaklarımızda yokuş aşağı inmeye çalıştığımız kızak sefalarımız, hala tadı damağımda duran el yapımı ev yapımı dondurmamız, doğum günlerimizde verilen hediyelerin açmayı geciktirip, atmaya kıyamadığımız ve içine çok fazla anı sığdırdığımız kutuları…

Peki, yüreğimden çıkmayan bu anılar demetini niçin yazdım? Umutsuzluğun demir attığı, toplumun öfke nöbetleri arasında gidip geldiği günümüzde ortak paydaların paylaşımının önemine inandığım için olmasın?

Ya da işsizlikle, yoksullukla, sığınmacılarla, özelleştirilen ve kapanan fabrikalarla, biten tarım ve hayvancılıkla, artan fiyatlarla, HES’lerin ve nükleer santrallerin doğaya verdiği zararla başı dertte olan ve kaygı, öfke, endişe içinde olan bir toplumun eskiyi, geçmişi, hüzünlü bakışlarla hatırlamasının yarattığı ruh hali olmasın?

Ülkemizin hem siluetini yerle bir eden, hem de kültürel hafızasını yok eden binalar birbiri ardınca yükselirken! Şeffaf ve hesap verebilir yönetimlere duyulan özlem olmasın?

Veya yayılan şiddet ikliminin sonuçlarına bakınca gelinen nokta olmasın!

Şiddet dili arttıkça nelere mal olduğu, silahlı çatışmaların artma nedenlerinin başında cezasızlığın geldiği, bu tür yanlış uygulamaların insanları cesaretlendirdiği ve tüm bunların açık ve net sonuçları olmasın?

İnsana saygı olmadıkça, insan hakları ve temel haklar gözetilmedikçe olayların arttığı, yöneticilerin, siyasilerin ve iktidarda olanların sert ve ayrıştıran dilinin, saygılı olmayan üslubunun, birbirlerine karşı kullandıkları dilin topluma yansıdığı ve taban bulduğu! Süreç içinde olağanmış gibi algılanıp uygulandığı, siyasilerin nefret, kin, bedel ödetme inadının şiddeti körüklediği ve tüm bunların yarattığı tedirginlik olmasın?

Son bir soru: Geçmişten girdik, çocukluğa değindik, günümüze döndük. Hal böyle iken bu yazımı nasıl bitirmeliyim? Tamam buldum! Neden onlara sıra gelmesin deyip, sözü özlü sözlere bırakarak aradan çekiliyorum…

Mesela “Aslanlar, kendi tarihlerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıları övecektir!” şeklindeki Afrika atasözü ne güne duruyor?

Ya da J. J Rosseau’nun; “Kalpleri bölerseniz, ülkeyi de bölmüş olursunuz!” sözü en çok da bizim gibi ülkeler için neden hala geçerlidir?

Şair İlhan Berk’in; “Tunç çağında memurları şiir bilgisine göre seçerlerdi.” Sözü neden günümüzü çağrıştırmasın?

Amin Maalouf’un; “Hayat başlar ve biter. Nasıl başlayıp, nerede sona erdiği değil, ikisi arasına neler sığdırabildiğin önemlidir.” Sözü neden her daim geçerli olmasın?

Rica notu: En uygun olanı seçmek için karar veremedim. Siz yardım eder misiniz?

Tüm yazılarını göster